Budizmin Afganistan'daki Tarihi

Coğrafi Konum

Hinayana Budizmi’nin çeşitli ekolleri Orta Asya’nın ticaret yolu üzerindeki diğer krallıklarda olduğu gibi Afganistan’da da erken dönemlerden beri biliniyordu. Başlıca krallıklar Gandhara ve Bactria [Baktriya bölgesi, çn.] idi. Gandhara hem Pakistan Pencap’ını [İng. Punjab, çn.] hem de Khyber Geçidi’nin [Hayber Geçidi, çn.] Afganistan tarafını içeriyordu. Zaman içinde Hayber Geçidi’nden Kabul Vadisi’ne uzanan bu Afgan kısmı Nagarahara olarak adlandırılırken Pencap kısmının ismi Gandhara olarak kalmaya devam etti. Baktriya, Kabul Vadisi’nin kuzeyinden Güney Özbekistan ve Tacikistan’a dek uzanıyordu. Kuzeyindeki Orta Özbekistan ve Tacikistan’ın kuzey batısını içeren bölgeye ise Sogdia [Soğd bölgesi, çn.] adı veriliyordu. Baktriya’nın güneyinde ve Kabul Vadisi’nin kuzeyinde kalan bölge ise Kapisha’ydı, ancak buranın kuzeyi de daha sonra Tocharistan [Toharistan, çn.] olarak adlandırıldı.

Sarvastivada Ekolü ve Greko-Baktriyan Krallığı

Budizm’in Erken Kuruluş Dönemi

Buddha’nın bir Sarvastivada metni olan Geniş Kapsamlı Oyun Sutra’sı [İng. The Extensive Play Sutra] (San. Lalitavistara Sutra) gibi erken dönem Hinayana biyografik kayıtlara göre, Baktriya’da tüccarlık yapan iki kardeş olan Tapassu ve Bhallika, ruhban sınıfına ait olmayan yeminleri kabul eden ilk takipçilerdi. Bu Shakyamuni’nin [Şakyamuni okunur, çn.] aydınlanmaya erişmesinden sekiz hafta sonra, geleneksel tarihe göre M.Ö. 537 yılında oldu. Bhallika daha sonra bir rahip oldu ve memleketi olan bugünkü Mezar-ı Şerif şehri yakınlarındaki Balkh [Belh şehri, çn.] şehrinde bir manastır yaptırdı. Yanında kutsal emanet olarak getirdiği Buddha’nın sekiz adet saç telini içine koyabilmek için bir stupa inşa etti. Baktriya o sıralarda Fars Ahameniş [İng. Achaemenid, çn.] İmparatorluğu’nun bir eyaleti durumundaydı.

M.Ö. 349 yılında, İkinci Budist Konseyi’nin toplanmasından birkaç yıl sonra, Hinayana’nın Mahasanghika geleneği Theravada ekolünden ayrıldı. Birçok Mahasanghika taraftarı Gandhara’ya taşındı. Mahasanghika ekolü uygulayıcıları bugünkü Celalabad kenti yakınlarında bulunan, Afgan tarafındaki başlıca şehir olan Hadda’da Nagara Vihara Manastırı’nı kurarak kutsal emanet olarak taşıdıkları Buddha’nın kafatasından bir parçayı da buraya getirdiler.

Sambhuta Sanavasi adlı bir Theravada ekolü ileri geleni de yine aynı zamanlarda bölgeye gelerek Kapisha’da geleneğini yerleştirmeye çalıştıysa da bunda başarısız oldu ve Mahasanghika geleneği Afganistan’ın ana Budist ekolü olarak yerini sağlamlaştırdı.

Sonunda Mahasanghika beş alt ekole ayrıldı. Afganistan’da bulunan başlıca ekol olan Lokottaravada daha sonra Hindukuş Dağları’ndaki Bamyan [veya Bamiyan, çn.] Vadisi dolaylarında yerleşik hale geldi. Ekolün takipçileri M.S. III. ve V. yüzyıllar arasında bu bölgede, Buddha’nın aşkın ve insanüstü olduğuna dair görüşleri doğrultusunda dünyanın en büyük ayakta duran Buddha heykelini inşa ettiler. Taliban bu devasa boyuttaki heykelleri 2001 yılında imha etti.

M.Ö. 330’da, Makedonyalı Büyük İskender Baktriya ve Gandhara dâhil Ahameniş İmparatorluğu’nun büyük kısmını fethetti. Bu bölgelerdeki dini geleneklere karşı hoşgörülüydü ve sadece askeri fetihlere ilgi duyuyor gibiydi. Ardılları Seleukos Hanedanı [İng. Seleucid Dynasty, çn.] veya Selefkiler olarak bilinir. Ancak M.Ö. 371’de, Hint Maurya İmparatorluğu, Gandhara’yı Selefkilerden aldı ve böylelikle bu kısa süren zaman diliminde Gandhara yalnızca görünüşte Helenleştirilebildi.

M.Ö. 273 – 232 yıllarında hüküm süren Maurya İmparatoru Ashoka [Aşoka olarak okunur, çn.] Theravada Budizmi’ni destekledi. Hâkimiyetinin geç dönemlerinde Maharakkhita başkanlığındaki bir Theravada heyetini Gandhara’ya gönderdi. Bu heyet, uzak güneyde bulunan Kandahar’a dek üzerinde Budist ilkelere dayanan fermanlar bulunan “Ashoka Sütunları” inşa etti. Bu çalışmalar dolayısıyla Theravada, Afganistan’da ufak bir yer edinebildi.

Ashoka’nın idaresinin sonlarına doğru, Üçüncü Budist Konseyi’nin toplanmasından sonra, Hinayana’nın Sarvastivada ekolü de Theravada’dan koptu. Ashoka’nın ölümünden sonra oğlu Jaloka, Sarvastivada ekolünü Kaşmir’e getirdi.

M.Ö. 239 yılında, Baktriya’nın yerel Grek soyluları Seleukos [veya Selefkiler, çn.] Hanedanı’na karşı başkaldırarak bağımsızlık ilan etti. Takip eden yıllarda Soğd bölgesi ve Kaşmir’i fethederek Greko-Baktriyan Krallığı’nı kurdular. Kaşmirli rahipler kısa süre içinde Hinayana Sarvastivada ekolünü Baktriya’ya yaymaya başladı.

M.Ö. 197’de, Greko-Baktriyanlar Gandhara’yı Mauryanların elinden almayı başardı. Akabinde Sarvastivada ekolü, Afganistan’ın güneydoğusuna yayılma olanağı buldu. Bunu izleyen Yunan ve Hint kültürlerinin güçlü etkileşimi sayesinde Helenistik tarz, özellikle insan formu ve elbise kıvrımları gibi detaylarda Budist sanatını güçlü bir şekilde etkilemeye başladı.

Theravada, Greko-Baktriyan Krallığı’nda hiçbir zaman güçlü olmasa da, örneğin M.Ö. 155 – 130 yılları arasında hüküm süren Kral Menandros (Pali: Milinda) bölgeyi ziyaret eden Hintli bir keşiş olan Nagasena’nın etkisiyle Theravada’yı izlemeye başladı. Kral bu Hintli ustaya pek çok soru sordu, bu diyalog Milinda’nın Soruları [İng. The Questions of Milinda, çn.] (Pali: Milindapanho) olarak adlandırıldı. Kısa bir süre sonra, Greko-Baktriyan Hükümeti, Sri Lanka ile dış münasebetler kurdu ve M.Ö. 101 – 77 yıllarında hüküm süren Kral Dutthagamani’nin yaptırdığı büyük stupanın takdis ve tahsis törenine katılmak üzere bir delegasyon gönderildi. Bunu izleyen kültürel temas sayesinde, Greko-Baktriyan keşişler Milinda’nın Soruları’nı Sri Lanka’ya sözlü olarak aktarma olanağı buldular. Milinda’nın Soruları, daha sonra Theravada geleneği içinde ekstra- kanonik bir belge olarak kabul gördü.

Kuşan Dönemi

M.Ö. 177 – 165 yılları arasında, Çin Han İmparatorluğu’nun Gansu ve Doğu Türkistan (Çince: Xinjiang) yönünde batıya doğru genişlemesi pek çok Orta Asya göçebe kabilesinin de batıya doğru sürülmesine neden oldu. Bu kabilelerden biri olan Xiongnu, bir diğer kabile olan Yuezhi’ye [veya Yüezhi, çn.] (Wades-Giles: Yüeh-chih) saldırdı ve büyük bir kısmını kendi içinde asimile etti. Yuezhiler Batı Hint-Avrupa dil ailesine mensup antik bir dil konuşan Kafkas kökenli bir halktı ve Kafkas ırkının en doğuya göç eden kolunu temsil ediyordu. Bazı kaynaklara göre, Yuezhilerin beş soylu kabilesinden biri olan ve Yunan kaynaklarında Tocharian olarak bilinen kolu bugünkü doğu Kazakistan yöresine göç ederek Yunanlarca İskit [İng. Scythian, çn.] olarak bilinen bölgenin yerli göçebe Sakalarını [İng. Shaka, çn.] (eski İranî dilde: Saka) doğuya doğru sürdü. Ancak hem Tocharian hem de Sakalar İranî diller konuşuyordu. Dildeki farklılıktan ötürü Tocharianların, Yuezhilerin ardılları olarak Kucha ile Doğu Türkistan’daki Turfan’da M.S. II. yüzyılda gelişen bir uygarlık kuran ve yine “Tocharian” olarak adlandırılan halkla bir bağlantıları olup olmadığı tartışmalıdır. Ayrıca, Sakaların kuzey Hindistan’da bulunan ve Shakyamuni Buddha’nın doğduğu Shakya klanı ile bir bağlantısı olmadığı da açıktır.

Sakalar ilk olarak Soğd bölgesini Greko-Baktriyan Krallığı’ndan alarak fethetti ve M.Ö. 139 yılında, Kral Menandros zamanında da Baktriya’yı ele geçirdi. Sakalar burada Budizm’i kabul etti. M.Ö. 100 yılı sularında da Tocharianlar Soğd ve Baktriya bölgelerini fethederek Sakalardan aldılar. Bu bölgelere yerleşince onlar da Budist kültürün içinde asimile oldu. Bu, sınırları daha sonra Kaşmir ve Kuzey Pakistan ile Kuzeydoğu Hindistan’a dek uzanacak olan Kuşan Hanedanı’nın başlangıcıydı.

En ünlü Kuşan kralının adı, batıdaki başkenti Kapisha’da bulunan ve M.S. 78 ve 102 yılları arasında hüküm süren Kanishka’ydı. Hinayana’nın Sarvastivada ekolünü destekliyordu. Bu ekolün Vaibhashika alt kolu özellikle Toharistan bölgesinde etkindi. Toharyalı keşiş Ghoshaka, Kanishka’da toplanan Dördüncü Budist Konseyi’nde kabul edilen abhidharma’nın (özel konulardaki bilgiler) Vaibhashika yorumlarını derleyenlerden biriydi. Konsey’den sonra Toharistan’a dönen Ghoshaka, Batı Vaibhashika ekolünün (Balhika) kurucusu oldu. Belh şehrindeki başlıca manastır olan Nava Vihara, Orta Hindistan’ın kuzeyindeki Nalanda Üniversitesi ile karşılaştırılan ve kısa zaman içinde tüm Orta Asya’da yüksek Budist öğrenim için tercih edilen bir merkez haline geldi. Özellikle Vaibhashika abhidharma üzerine ağırlık veriliyor ve sadece hâlihazırda bu alanda eser vermiş keşişler okula kabul ediliyordu. Manastır, kutsal emanet olan Buddha’nın dişini de bulundurmasından ötürü Çin’den Hindistan’a uzanan İpek Yolu üzerindeki başlıca hac merkezlerinden biriydi.

Belh şehri M.Ö. 600’lü yıllarda doğan Zerdüşt’ün [İng. Zoroaster, çn.] de doğum yeriydi. Dolayısıyla şehir, ateşe hürmet edilmesi üzerinde duran ve onun öğretileri ile şekillenen bir İran dini olan Zerdüştlüğün [İng. Zoroastrianism, çn.] de kutsal kenti konumundaydı. Kanishka dinsel hoşgörüyü içeren Greko-Baktriyan siyaseti devam ettirdi. Böylelikle, Zerdüştlük ve Budizm, Belh şehrinde barış içinde birarada bulunmaya devam etti ve birbirinin gelişimini etkiledi. Örneğin, bu dönemden kalma manastır mağaralarında, etrafında ateşten haleler ve altında “Buddha-Mazda” tanımlaması bulunan Buddha resimleri bulunuyordu. Bu, Buddha ve Zerdüştlüğün baş tanrısı olan Ahura Mazda’nın bir karışımıydı.

M.S. 226’da Fars Sasani İmparatorluğu, Afganistan’daki Kuşan hâkimiyetine son verdi. Zerdüştlüğün güçlü destekleyicileri olsalar da Budizm’e tolerans gösterdiler ve daha fazla Budist manastırının yapılmasına izin verdiler. Lokottaravada takipçileri Bamyan’daki iki devasa Buddha heykelini Fars Sasanileri hâkimiyetindeki bu dönemde inşa etti.

Sasani hoşgörüsünün tek istisnası, üçüncü yüzyılın ikinci yarısında Zerdüşt yüksek rahibi Kartir’in ülkenin dinî siyasetini yönlendirmesiyle yaşandı. Kartir, Budizm ve Zerdüştlüğün iç içe geçmesiyle oluşan etkileşimi sapkınlık olarak değerlendirerek Afganistan’daki birkaç Budist manastırın yıkılması emrini verdi. Ancak ölümünden sonra Budizm kısa sürede tekrar toparlandı.

Ak Hunlar ve Türkî Şahlar

Beşinci yüzyılın başlarında – Yunanlar tarafından Hephthalites ve Hintliler tarafından Turushkas olarak bilinen – Ak Hunlar, Sasanilerin elinde bulunan Afganistan dâhil eski Kuşan topraklarının büyük bir kısmını ele geçirdi. Başlangıçta Ak Hunlar, Zerdüştlüğü andıran kendi dinlerini takip ettiyseler de, kısa zamanda Budizm’in güçlü destekçileri haline geldiler. Çin Han İmparatorluğu’ndan bir hacı olan Faxian (Fa-hsien) M.S. 399 ve 414 yılları arasında seyahat ettiği bu bölgelerde ortaya çıkan birçok Hinayana okulundan bahseder.

Türkî Şahlar, Kuşanların soyundan gelen Türkî topluluklara verilen isimdir. Kuşan Hanedanı’nın Sasanilere yenilmesinden sonra kuzey ve kuzey batı Hindistan’ı içine alan eski imparatorluk topraklarını ele geçirdiler. Hintli Gupta Hanedanlığı’nın erken dördüncü yüzyıldaki kuruluşuna kadar bölgede hâkimiyetlerini sürdürdüler ve daha sonra Nagarahara’ya kaçtılar. Ak Hunlardan bu bölgenin bazı kısımlarını alarak beşinci yüzyıl ortalarında hâkimiyetlerini Kabul Vadisi ve Kapisha’ya dek yaydılar. Kendilerinden önceki Kuşanlar ve Ak Hunlar gibi, Türkî Şahlar da Afganistan’daki Budizm’i destekledi.

515 yılında Ak Hun Kralı Mihirakula, sarayındaki Budist karşıtı fraksiyonların kıskançlıklarının etkisinde kalarak Budizm’i baskı altına aldı. Manastırları yıktırarak kuzeybatı Hindistan, Gandhara ve özellikle Kaşmir’de pek çok rahibi öldürttü. Bu zulüm kontrolü altında olan Nagarahara’nın bazı bölgelerinde daha az şiddetliydi. Oğlu bu siyaseti tersine çevirdi ve tüm bu bölgelerde tekrar yeni manastırların yapılmasını sağladı.

Batı Türkleri (Batı Göktürkleri)

Batı Türkistan’ın kuzeyinden gelen Batı Göktürkleri 560 yılında Orta Asya İpek Yolu’nun batı kısmını ele geçirdi. Yavaş yavaş Baktriya’ya doğru yayılarak Türkî Şahları, Nagarahara’nın doğusuna çekilmeye zorladılar. Batı Göktürklerinin çoğu lideri yerel insanların izlediği Budizm’i kabul etti ve 590 yılında Kapisha’da yeni bir Budist manastırı yapıldı. 622 yılında, Batı Göktürk Kağanı Tong Yabgu bölgeyi ziyaret eden Hintli rahip Prabhakaramitra’nın rehberliğinde Budizm’i resmen kabul etti.

Çin Han İmparatorluğu’ndan bir hacı olan Xuanzang (Hsüan-tsang), 630 yılı civarında Hindistan’a giderken yolu üzerindeki Batı Göktürk Kağanlığı’nı da ziyaret etti. Budizm’in Kağanlığın Baktriya bölgesinde, özellikle de Belh şehrindeki Nava Vihara Manastırı’nda geliştiğinden bahsederek monastik üniversitenin yalnızca akademik çalışmalarla değil, yerel Zerdüşt geleneğine uygun olarak ipek giysiler ve mücevherlerle süslenmiş Buddha heykelleri ile de ünlü olduğunu rapor etmiştir. Manastır o dönemde Doğu Türkistan’daki güçlü Budist Hotan Krallığı ile yakın ilişki içerisindeydi ve çoğu rahibini öğretmek üzere bölgeye gönderiyordu. Xuanzang ayrıca Nava Vihara yakınında Hinayana ileri meditasyon pratiği olan vipashyana’ya (Pali: vipassana) – gelip geçicilik üzerine istisnai algı ve kişinin bağımsız kimliğinin yoksunluğu – adanmış bir başka manastırın varlığından söz eder.

Xuanzang Türkî Şahlar yönetimi altındaki Nagarahara’da Budizm’in konumunu çok daha kötü durumda buldu. Gandhara’nın Pencap kısmında olduğu gibi, bölge neredeyse bir yüzyıl önce Kral Mihirakula’nın zamanında yaşanan zulmün izlerini silememişe benziyordu. Buddha’nın kafatasından bir parça içeren kutsal emaneti ile Nagara Vihara, Budist dünyanın önde gelen hac merkezlerinden biri olmasına rağmen Xuanzang burada bulunan rahiplerin yozlaştığından söz eder. Rahipler buraya gelen her hacıdan kutsal emaneti görme karşılığında altın bir sikke alıyor ama tüm bölgede eğitim amaçlı yapılan hiçbir merkez bulunmuyordu.

Dahası, Mahayana beşinci ve altıncı yüzyıllarda Kaşmir ve Pencap Gandhara’sı üzerinden Afganistan’a yayılmış olsa da, Xuanzang Mahayana’nın bölgedeki varlığının yalnızca Kapisha ve Nagarahara’nın batısındaki Hindukuş bölgesinde olduğunu kaydetmiştir. Sarvastivada hâlâ Nagarahara ve Kuzey Baktriya’daki en etkin Budist geleneği olmaya devam ediyordu.

Emeviler Dönemi ve İslam’ın Bölgeye Gelişi

Hz. Muhammed’in ölümünden beş yıl sonra, 661 yılında Araplar Fars Sasanilerini yenerek ve 661 yılında Emevi Halifeliği’ni kurdular. İran ve Orta Doğu’nun büyük bir kısmını kontrol ediyorlardı. 663 yılında yakın zamanda Türkî Şahların Batı Göktürklerden aldıkları Baktriya’ya saldırdılar. Emevi kuvvetleri Belh şehri yakınlarındaki Nava Vihara Manastırını da içeren bölgeyi ele geçirdi ve Türkî Şahları, Kabul Vadisi’ne çekilmeye zorladı.

Araplar fethettikleri toprakların Müslüman olmayan yerlilerinin inançlarını sürdürmelerine barışçıl bir şekilde teslim olma ve cizye vergisi vermeyi kabul etmeleri koşulu ile izin verdi. Baktriya’da bulunan bazı Budistler ve hatta Nava Vihara’nın başkeşişi İslamı kabul etse de, bölgede yaşayan çoğu Budist, İslam devletinin Müslüman olmayan ve korunan sadık tebaası olarak dhimmi [zımmî, çn.] statüsüne girmeyi kabul etti. Nava Vihara açık kalmaya ve işlevini sürdürmeye devam etti. Çin Han İmparatorluğu’ndan bir hacı olan Yijing (I-ching) 680 yılı civarında Nava Vihara’yı ziyaret etti ve manastırın Sarvastivada eğitim merkezi olarak çalışmalarını sürdürdüğünü rapor etti.

Bir onuncu yüzyıl eseri olan El-Hamadhani’nin yazdığı Ülkeler Kitabı [İng. Book of Lands, çn.] (Ara. Kitab al-Buldan) içerisinde bulunan kayıtlara göre sekizinci yüzyılın başlarında yaşamış Emevi İran yazarlarından El-Kermani, Nava Vihara ile ilgili detaylı bir vesika kaleme almıştır. Nava Vihara’yı Müslümanların kolayca anlayabilmeleri için İslam’ın kutsal kenti sayılan Mekke’deki Kâbe ile mukayese etmiştir. Ana tapınağın merkezinde Kâbe’ye benzer şekilde kumaşa sarılı taştan yapılma bir kübik yapı bulunduğunu ve inananların bunu tavaf ederek secdeye kapandığını aktarmıştır. Taştan kübik yapı aslen diğer Baktriya tapınaklarında âdet olduğu üzere stupa’nın bulunduğu platformu işaret ediyordu. Taşı sarmalayan kumaş ise İran gelenekleri uyarınca bir saygı alameti olarak hem Buddha heykellerinde hem de stupalarda kullanılıyordu. El-Kermani’nin betimlemesi zamanın Emevi Araplarının yeni fethettikleri bölgelerde karşılaştıkları Budizm gibi Müslüman olmayan diğer dinlere karşı açık ve saygılı tutumunu yansıtması bakımından anlamlıdır.

Tibet İttifakı

Hz. Hüseyin 680 yılında Emevilere karşı Irak’ta başarısız bir isyan başlattı. Bu ihtilaf Arapların ilgisini Orta Asya’dan uzaklaştırarak bölgedeki etki ve hâkimiyetlerini azalttı. Durumdan faydalanan Tibetliler 705 yılında Türkî Şahlarla bir ittifak kurarak Emevi güçlerini Baktriya’dan çıkarabilmek için uğraştılar, ancak başarılı olamadılar. Tibetliler yaklaşık altmış yıl kadar önce Çin ve Nepal üzerinden Budizm ile tanışmışlardı; ancak o dönemde Tibet’te bir manastır henüz bulunmuyordu. 708 yılında Türkî Şahların prensi Nazaktar Han, Emevileri Baktriya’dan kovmakta başarılı oldu ve bölgede fanatik Budist bir idare başlattı. Nava Vihara’nın İslamı kabul eden eski başkeşişini de idam ettirdi.

715 yılında Arap General Kuteybe Bin Müslim, Baktriya’yı Türkî Şahlardan ve Tibetli müttefiklerinden geri aldı. Kuteybe ayaklanmaya ceza olarak Nava Vihara’ya büyük çapta hasar verdi. Çoğu keşiş daha doğudaki Hotan ve Kaşmir’e kaçarak özellikle Kaşmir’de Budizm’in gelişmesine önayak oldu. Tibet taraf değiştirdi ve politik menfaat için daha önce savaşmış olduğu Emevi güçleriyle ittifak kurdu.

Nava Vihara kısa sürede toparlandı ve daha önceki gibi faaliyet göstermeye devam etti ki bu durum Baktriya’daki Budist manastırlara yapılan Müslüman saldırıların dinsel amaçlı olmadığını gösterir. Eğer öyle olsaydı yeniden inşa edilmelerine müsaade edilmezdi. Emeviler sadece yüzyılın başında bugünkü güney Pakistan sınırları içinde kalan Sind bölgesini fethettiklerinde uyguladıkları siyaseti Budizm için de aynı şekilde tekrarlıyorlardı. Sadece bazı manastırlar muhalif güçlerin konuşlandıklarından şüphelenildiği için tahrip edildi; ancak daha sonra yeniden inşa edilmelerine ve diğer manastırların da daha fazla zenginleşmelerine izin verildi. Emevilerin başlıca gündemi ekonomik sömürüydü ve Budistler hem kişi başına vergi vermeye hem de kutsal yerlerde hac vergisi ödemeye mecburdu.

Daha önceki Emevi halifelerinin gösterdiği genel dini hoşgörünün aksine, 717 – 720 yılları arasında hüküm süren halife Ömer Bin Abdülaziz bir buyruk ile tüm Emevi müttefiklerinin İslam’ı kabul etmesini şart koştu. Ancak bu kabul İslam’ın prensipleri öğrenilerek gönüllü bir biçimde olmalıydı. Müttefiklerini hoşnut etmek isteyen Tibetliler 717 yılında Emevi sarayına bir elçi göndererek Müslüman bir öğretmeni Tibet’e davet ettiler. Halife, El-Hanefi’yi gönderdi. Bu öğretmenin Tibet’te kayda değer bir etki yaratamaması Emevilerin dinlerini yayma çabalarında o kadar da ısrarcı olmadıklarının göstergesidir. Bununla birlikte, El-Hanefi’nin soğuk karşılanışının Tibet sarayındaki karşı fraksiyonun yol açtığı yabancı düşmanı atmosferle de bağlantısı vardır.

Bunu takip eden on yıllar boyunca Orta Asya’nın hâkimiyeti için çarpışan Araplar, Çinliler, Tibetliler, Türkî Şahlar ve diğer Türk boyları arasındaki politik ve askeri ittifaklar sıklıkla değişti. Türkî Şahlar, Kapisha’yı Emevilerden geri almayı başardı ve 739 yılında Tibet İmparatoru’nun Türkî Şahlar ve Hotan arasında yapılan bir evlilik ittifakını kutlamak için Kabul’u ziyaret etmesiyle Tibetlilerle yeniden ittifak kuruldu. Emeviler kuzey Baktriya’ya hükmetmeyi sürdürdü.

Erken Abbasi Dönemi

750 yılında bir Arap fraksiyonu Emevi Halifeliğini yıkarak yerine Abbasi Hanedanlığı’nı kurdu. Kuzey Baktriya’nın kontrolünü ellerinde tuttular. Abbasi yönetimi yalnızca bölgede yaşayan Budistlerin zımmî statüsünü sürdürme siyasetini izlemekle kalmadı, ayrıca yabancı kültürlere ve özellikle Hindistan’a da büyük ilgi gösterdi. 754 – 775 yılları arasında hüküm süren Halife Mansur, Hintli mimar ve mühendislere 762’de yeni Abbasi başkenti Bağdat’ı inşa ettirdi. Şehrin ismini de “Tanrı’nın Hediyesi” anlamına gelen Sanskritçe bir kelime olan Bhaga-dada’dan aldı. Halife ayrıca içinde bir tercüme bürosu da içeren bir “Bilgelik Evi” (Ara. Bayt al-Hikmat) inşa ettirdi. Çeşitli kültür ve dinlerden âlimleri buraya davet ederek özellikle mantık ve bilimsel konulara ait metinleri Arapça’ya çevirtti.

Erken dönem Abbasi halifeleri Kuran’ın ilkelerini akıl yönünden irdeleyen Mutezile hareketinin destekçileriydi. Temel odak noktası Antik Yunan öğrenme biçimi olan bu görüş, Sanskrit geleneklere de ilgi gösteriyordu. Ancak Bilgelik Evi’nde yalnızca bilimsel metinlerin çevirisi yapılmadı. Budist bilginler burada ibadet ve ahlaki konuları işleyen birkaç Mahayana ve Hinayana sutrasını da Arapça’ya çevirdi.

775 – 785 yılları arasında hüküm süren bir sonraki Halife Mehdi, Sind’de bulunan Abbasi güçlerinin güneydoğudaki Saurashtra’ya saldırması emrini verdi. Bu sefer, İslam dünyasının lideri olan halifenin Arabistan’da kendisini İslam mesihi Mehdi olarak ilan eden bir asinin iddialarına karşı itibar ve üstünlüğünü korumak adına giriştiği politik kampanyanın bir parçasıydı. Abbasi orduları Valabhi’de bulunan Budist manastırları ve Jain tapınaklarını tahrip etti. Ancak Emevilerin, Sind bölgesini ele geçirirken yaptıkları gibi, sadece kendilerine muhalif güçlerin konuşlandığından şüphelenilen merkezler tahrip edildi. Halife Mehdi yönetimi altında bile Abbasiler, Budist manastırlarına tüm imparatorluk içinde serbestlik tanıyarak onları gelir getiren kaynaklar olarak sömürmeye devam etti. Bunun yanında Mehdi, Bağdat’taki Bilgelik Evi’ndeki çeviri faaliyetlerini sürdürerek kapsamını genişletti. Hint kültürünü yoketmeyi değil, ondan bir şeyler öğrenmeyi arzu ediyordu.

Nava Vihara Manastırı’nın Budist yöneticilerinden (San. pramukha, Ara. barmak) birinin Müslüman torunu olan Yahya ibn Barmak, bir sonraki Abbasi halifesi olan ve 786 – 808 yılları arasında hüküm süren Harun Reşid’in bakanlarından biri oldu. Onun etkisiyle Halife, Hindistan’dan özellikle Budist olan birçok âlim ve ustayı Bağdat’a davet etti. Bu dönemde hazırlanan ve Kitab al-Fihrist adlı hem Müslüman hem de Müslüman olmayan metinlerden derlenen kataloğa Budist metinlerin yer aldığı bir liste de eklendi. Bunların arasında Buddha’nın geçmiş hayatlarını anlatan Buddha’nın Kitabı [İng. Book of Buddha, çn.] (Ara. Kitab al-Budd) adlı Arapça bir vesika da yer alıyordu

Bu sıralarda İslam Baktriya bölgesinde toprak sahipleri ve şehirde yaşayan eğitimli üst sınıf arasında yüksek seviyedeki kültür ve öğrenmeye karşı gösterdiği çekicilik sayesinde kabul görerek yerleşik hale geldi. Budizm’i öğrenmek bir manastıra girilmesini gerektiriyordu. O dönemde hâlâ faaliyet gösteren Nava Vihara’nın imkânları kısıtlıydı ve girmeden önce de yoğun eğitimden geçilmesi gerekiyordu. Diğer yandan İslami öğrenim ve yüksek kültüre açılmak daha kolaydı. Budizm bu dönemde çoğunlukla yerel dini merkezlerdeki ibadetlerine devam eden taşradaki yoksul köylü sınıfları arasındaki varlığını güçlü bir biçimde sürdürdü.

Hinduizm de aynı şekilde tüm bölgede etkindi. Bölgeyi 753 yılında ziyaret eden Çin Han İmparatorluğu’ndan bir hacı olan Wukong (Wu-k’ung) özellikle Kabul Vadisi’nde bulunan Hindu ve Budist tapınaklarından söz eder. Budizm tüccar sınıfları arasında azalırken Hinduizm bu sınıflar arasında güçleniyordu.

Abbasilere Karşı Başlatılan İsyanlar

Erken dönem Abbasileri pek çok isyanla uğraşmak durumunda kaldı. Halife Harun Reşid, Soğd bölgesinin başkenti olan Semerkant’taki bir isyanı bastırmak üzere yola çıktığı sırada 808 yılında öldü. Ölümünden önce imparatorluğu iki oğlu arasında paylaştırdı. Babasına Soğd seferi sırasında eşlik eden Memun, Baktriya’yı da içeren doğu yarısının, daha güçlü olan Emin’se daha itibarlı olan Bağdat ve Mekke’yi içeren batı kısmının başına geçti.

Emin’in sahibi olduğu Batı Abbasi İmparatorluğu’nu ele geçirmek için destek kazanmak isteyen Memun, Soğd bölgesinde toprak ve mal dağıttı ve daha sonra kardeşine saldırdı. Bunu takiben her iki tarafı da kırıp geçiren savaştan istifade eden Kabul’un Türkî Şahları, Tibetli müttefikleriyle birlikte Soğd bölgesi ve Baktriya’da bulunan Abbasi karşıtı güçlerle birleşerek Abbasi hâkimiyetini yıkmaya çalıştı. Memun’un bakanı ve generali olan El-Fadl, Memun’u halifeliğin itibarının daha da artması amacıyla bu ittifaka karşı kutsal savaş olan cihad ilan etmesi için cesaretlendirdi. Yalnızca saf inancı muhafaza eden hükümdarlar İslam’a karşı girişilen saldırılara karşı koyabilmek için cihad ilan edebilirdi.

Kardeşini mağlup eden Memun, cihad ilan etti ve 815 yılında Kabul Şah olarak bilinen Türkî Şahı yenerek İslam’ı kabule zorladı. Müslüman inancı rencide eden yegâne şey putlara tapmaktı. Muhammed öncesi pagan Arap kültleri putlara tapıyor ve onların heykellerini Mekke’deki Kâbe’de saklıyordu. Peygamber İslam’ı yayarken bunların hepsini yoketti. Böylelikle Memun, teslimiyetinin bir işareti olarak Şah’tan altın bir Buddha heykelini Mekke’ye göndermesini istedi. Memun hiç şüphesiz kendi meşruluğunu güvence altına almak için yapılan bir propaganda hareketi olarak heykeli iki yıl boyunca Allah’ın Tibet Kralı’nı İslam’a yönlendirdiği ibaresiyle Kâbe’de halka açık biçimde teşhir ettirdi. Araplar Tibet Kralı’nı vasalı olan Kabul Türkî Şahı ile karıştırıyordu. Abbasiler 817 yılında heykeli altın sikke basmak için eritti.

Türkî Şahlara karşı kazanılan bu başarıdan sonra Abbasiler bugünün kuzey Pakistan’ında bulunan Tibet kontrolündeki Gilgit bölgesine saldırdılar ve kısa süre içinde topraklarına kattılar. Yakalanan bir Tibetli kumandan küçük düşürülmek üzere Bağdat’a gönderildi.

Tahirî, Seferî ve Hindu Şahı Hanedanlıkları

Tam da bu sıralarda, Abbasi İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde bulunan yerel askeri liderler Bağdat’taki halifeye yalnızca ismen bağlı olan özerk İslami eyaletler kurmaya başladı. Özerkliğini ilan eden ilk bölge kuzey Baktriya’ydı ve General Tahir ibn Hüseyin’in 819 yılında bu bölgede kurduğu hanedan, Tahirî Hanedanı adıyla anıldı.

Abbasiler bu daha acil iç meseleyle uğraşmak üzere Kabul ve Gilgit’ten geri çekilirken Tibetliler ve Türkî Şahlar da eski topraklarını yeniden elde etmiş oldu. Bu yerlerde bulunan yerel yöneticilerinin din değiştirmeye zorlanmasına karşın Abbasiler Budizm’i baskı altına almadı. Hatta tüm bu dönem boyunca Tibet ile ticari ilişkilere devam edildi.

Abbasi yönetimine karşı özerklik ilan eden bir diğer İslam Generali es-Sefer’di. Halefi 861 yılında Güney Doğu İran’da Seferi Hanedanını kurdu. Seferiler İran’ın geri kalanının kontrolünü sağladıktan sonra 870 yılında Kabul Vadisi’ni işgal etti. Yaklaşan yenilgi karşısında Budist Türkî Şahların sonuncusu, kendi brahman bakanı Kallar tarafından tahttan indirildi. Kabul ve Nagarahara’yı Seferilere bırakan Kallar, Gandhara Pencab’ına çekilerek burada Hindu Şahı Hanedanlığını kurdu.

Seferiler istisnai biçimde kindar fatihlerdi. Kabul Vadisi ve Bamyan’da bulunan Budist manastırları yağmaladılar ve “Buddha-idolleri” olarak gördükleri heykelleri savaş ganimeti olarak halifeye gönderdiler. Bu sert askeri işgal, Kabul bölgesinde Budizm’in aldığı ilk darbeydi. Daha önce alınan yenilgi ve Kabul Şah’ın 815 yılında İslam’ı kabule zorlanması, bölgedeki Budist varlığını ancak ufak yansımalarla etkilemişti.

Seferiler kuzeye doğru gerçekleştirdikleri fetih ve yıkım siyasetine devam ettiler ve 873 yılında Tahirîlerin elinden Baktriya’yı aldılar. Ancak 879 yılında Hindu Şahı, Kabul ve Nagarahara’nın kontrolünü yeniden ele geçirdi ve bölge halkları arasında Budizm ile Hinduizm’i destekleyen siyasetlerine devam ettiler. Kabul’de bulunan Budist manastırları kısa sürede eski zenginliklerine kavuştu.

Samanîler, Gazneliler ve Selçuklular

Soğd bölgesinin Farisi valisi olan İsmail bin Ahmet, özerklik ilan eden bir sonraki lider oldu ve 892 yılında Samanî Hanedanlığını kurdu. Samanîler 903 yılında Seferilerin elinde bulunan Baktriya’yı fethederek geleneksel İran kültürüne geri dönülmesini destekledilerse de Budizm’e karşı da hoşgörülüydüler. Örneğin, 913 ve 942 yılları arasında hüküm süren II. Nasır döneminde oyma Buddha heykelleri hâlâ revaçtaydı ve Samanî başkenti Bukhara’da serbestçe satılabiliyordu. “Buddha-idolleri” gibi yasaklı değillerdi.

Samanîler ülkelerinde bulunan Türk boylarını köleleştirerek kendi orduları içerisinde silâhaltına aldılar. Eğer bu askerler arasında İslam’ı kabul eden olursa hükmi özgürlüğü iade ediliyordu. Ancak Samanîler bu boyları kontrol etmekte zorlandı. 962 yılında İslam’ı kabul eden Türk askeri komutanlarından Alp Tegin, Kabul’un doğusunda bulunan Gazne’yi (bugünkü Ghazni) kuşattı. 976 yılında burada, Alp Tegin’in halefi olan ve 976 ile 997 yılları arasında hüküm süren Sebük Tegin, Gazneliler Devleti’ni Abbasilerin vassalı olarak kurdu. Kısa zamanda Hindu Şahlarının kontrolünde bulunan Kabul Vadisi’ni ele geçirerek onları Gandhara’ya çekilmeye zorladı.

Budizm, Hindu Şahlarının yönetiminde Kabul Vadisi’ndeki gelişimine devam etmişti. Asadi Tusi 1048 yılında yazdığı Garshasp Name adlı eserinde Gazneliler, Kabul’u işgal ettiği sırada Subahar (Su Vihara) olarak adlandırılan ana manastırın zenginliklerinden bahseder. Bu kayda bakılırsa Gazneliler manastıra zarar vermemiş görünmektedir.

999 yılında, 998 – 1030 yılları arasında hüküm süren bir sonraki Gazne hükümdarı olan Gazneli Mahmut, Samanî ordularında görev yapan köle Türk askerlerin de yardımıyla Samanîlerin varlığına son verdi. Gazne Devleti’nin sınırları bu dönemde Baktriya ve güney Soğd diyarını içine alıyordu. Gazneli Mahmut, İran’ın büyük bölümünü de ele geçirmişti. O da Samanîlerin Fars kültürünü destekleyen siyasetini sürdürerek Müslüman olmayan dinlere karşı hoşgörüyü devam ettirdi. Gazne sarayında görev yapan Farisi âlimi El-Bîrûnî yeni binyıla girilirken Baktriya’da bulunan Nava Vihara ve diğer manastırların hâlâ varlığını sürdürdüğünü rapor etmiştir.

Ancak Gazneli Mahmut kendi desteklediği Ortodoks Sünni İslam dışındaki diğer İslam mezheplerine karşı tahammülsüzlüğü ile biliniyordu. 1005 ve 1010 yıllarında kuzey Sind’deki Multan’a yaptığı saldırılar aslında bu bölgede Şii İsmailî mezhebine verilen devlet desteğine karşı yürüttüğü siyasetin sonucuydu ki Samanîler de aslında İsmailî mezhebini desteklemişti. 910 – 1171 yılları arasında hüküm süren İsmailî Fâtimî Hanedanı, 969’da Mısır merkezli olarak kurulmuştu ve İslam dünyası içindeki üstünlük yarışında Sünni Abbasilerin başlıca rakibiydi. Mahmut ayrıca babasının başlatmış olduğu Hindu Şahlarını bölgeden kovma siyasetini de neticelendirmek istiyordu. Bu amaçla Gandhara’ya çekilen Hindu Şahlarına saldırarak bölgeden kovdu ve daha sonra Gandhara üzerinden Multan’ı ele geçirmek üzere bölgeye hareket etti.

İlerleyen yıllarda Mahmut doğudaki fetihlerine devam ederek imparatorluğunun sınırlarını Kuzey Hindistan’da bulunan Agra’ya dek genişletti. Yolu üzerindeki zengin Hindu tapınaklarını ve Budist manastırlarını yağmalayarak yakıp yıkması da bir işgal taktiğiydi. Çoğu savaşta olduğu gibi, işgal kuvvetleri mümkün olduğunca fazla yıkıma yol açarak özellikle de direniş gördüğü yerli halkı teslim olmaya zorlar. Hindistan alt kıtasında izlediği siyasete rağmen Gazneli Mahmut yönetimi altında bulunan Kabul ve Baktriya’da bulunan Budist manastırlarına dokunmamıştır.

1040 yılında, Gaznelilerin Soğd vassalı olan Selçuklu Türkleri isyan ederek Selçuklu Hanedanlığı’nı kurdu. Kabul Vadisi’ne çekilen Gaznelileri kısa zamanda alt ederek Baktriya ve İran’ın büyük bölümünü ele geçirdiler. Sonuç olarak Selçuklu İmparatorluğu Bağdat, Türkiye ve Filistin’i içine alacak şekilde sınırlarını genişletti. Selçuklular 1096 yılında Papa II. Urban’ın ilk haçlı seferini ilan edeceği kötü şöhretli “kafirler”di.

Selçuklular yönetimlerinde oldukça pratiktiler. Bağdat ve Orta Asya’da İslami öğrenim merkezleri olan medreseler inşa ettirerek eğitim yoluyla imparatorluğun farklı bölgelerini yönetecek sivil bürokrasiyi oluşturdular. Ülkelerinde bulunan Budizm gibi İslami olmayan dinlere karşı da müsamaha gösterdiler. 1076 – 1153 yılları arasında yaşamış bilgin Şehristani’nin Bağdat’ta yayınladığı Milel ve Nihal adlı Arapça eser İslam dışındaki dinler ve mezheplerle ilgili bir metindi. Bu eser temel Budist akaide dair sade bir açıklama içeriyor ve Bîrûnî’nin neredeyse bir yüzyıl önce bizzat aktardığı Hintlilerin Budhha’yı bir peygamber olarak kabul ettikleri bilgisini tekrarlıyordu.

Bu dönemde kaleme alınan Fars edebiyatına dair eserlerdeki Budist referansların çokluğu İslam-Budist kültürel etkileşimine bir diğer örnektir. Örneğin, Fars şiirinde sarayları anlatırken sıklıkla kullanılan “Nevbahar (Nava Vihara) kadar güzel” teşbihi vardır. Dahası, Nava Vihara ve Bamyan’daki Buddha heykelleri, özellikle de istikbalin Buddha’sı olan Maitreya başının arkasında aydan bir hale ile betimlenmiştir. Bu süsleme, “Buddha’nın ay biçimli yüzü”ne sahip olması ile anlatılan saf güzelliğin şiirsel tasvirine dönüşmüştür. Böylece, XI. yüzyıl Fars şiiri Ayyuki’nin Varka ve Gülşah adlı manzum eserinde olduğu gibi put kelimesini “Buddha”’yı betimleyen olumlu çağrışımla kullanmış ve kelimenin ikinci manası olan aşağılayıcı “idol” anlamı kastedilmemiştir. Bu teşbih hem kadında hem erkekte bulunan ideal aseksüel güzelliği ima eder. Bu referanslar ya o dönemde İran kültürünün hâkim olduğu yerlerde Budist manastır ve imgelerinin en azından XIII. yüzyıldaki erken Moğol dönemine kadar varolmaya devam ettiğini ya da bölgede din değiştirerek İslam’ı kabul eden Budist topluluklar arasındaki güçlü Budist mirasın yüzyıllar içinde halen koruna geldiğine işaret eder.

Karahitaylar ve Gurlu Hanedanlığı

1141 yılında Doğu ve Kuzeybatı Türkistan’ı yöneten ve Moğolca konuşan Karahitaylar, Selçukluları Semerkant’ta mağlup etti. Liderleri olan Yelü Dashi, Soğd ve Baktriya eyaletlerini ilhak ederek imparatorluğuna kattı. Gazneliler bu sırada hâlâ Kabul Vadisi’nin doğusunu kontrol altında tutuyordu. Karahitaylar Budizm, Taoizm, Konfüçyanizm ve Şamanizm karışımı bir inanca sahipti. Ancak Yelü Dashi yönettiği topraklarda varolan İslam dâhil tüm dinlere karşı aşırı müsamahakâr ve koruyucuydu.

1148 yılında orta Afganistan’daki dağlık bölgede konuşlanan göçebe Oğuz Türk boylarına mensup Alâeddin, Baktriya’yı Karahitayların elinden alarak Gurlu [veya Guri, çn.] Hanedanlığını kurdu. 1161’de Gaznelilerden Gazne ve Kabul’u alarak seferlerine devam etti. 1173 yılında kardeşi Gurlu Muhammed’i Gazne valisi olarak atayarak Hint alt kıtasına akınlar yapması için cesaretlendirdi.

Kendinden önceki Gazneli Mahmud’un yapmış olduğu gibi, Gurlu Muhammed de öncelikle 1178 yılında kuzey Sind’de bulunan ve Gazne idaresi altında bağımsızlığını yeniden kazanmış olan İsmailî Multan krallığına son verdi. Daha sonra tüm Pakistan Pencap’ı ve kuzey Hindistan’ı fethederek günümüzde Bihar ve Batı Bengal eyaletlerini içine alan Ganj düzlüklerine ulaştı. Seferleri sırasında 1200 yılında Vikramashila ve Odantapuri’de yaptığı gibi pek çok büyük Budist manastırını yağmalayarak yakıp yıktı. Yerel Sena Kralı işgali önleyebilmek için buraları askeri garnizonlara çevirmişti.

Gurlu liderler her ulusun politik veya yurtseverlik propagandası adı altında yapmış olduğu gibi askerlerini kışkırtmak ve savaşı ateşlemek için dinsel doktrini kullanmış olabilir. Ancak pek çok fatihin aslen sahip olduğu temel gerekçeleri toprak kazanmak, güç ve ganimet elde etmekti. Bu sayede Gurlular sadece doğrudan işgal hattı üzerinde bulunan manastırları yok etmiş oldular. Örneğin Bodh Gaya’da bulunan Nalanda Manastırı ana rotaları üzerinde değildi. Dolayısıyla Tibetli tercüman Chag Lotsawa 1235 yılında bölgeye geldiğinde manastırı yağmalanmış ve zarar görmüş durumda bulsa bile az sayıdaki keşişle birlikte hâlâ ayakta ve faal durumda olduğunu kaydetmiştir. Kuzey Bengal’deki Jagaddala Manastırı’na ise dokunulmamıştı ve gelişimine devam ediyordu.

Buna ilaveten, Gurlular Kaşmir’i işgal etmeye çalışmadı ve bölgedeki Budistleri din değiştirmeye zorlamadı. Kaşmir o zamanlarda oldukça fakirleşmişti ve manastırlarda yağmalanacak zenginlik ya yoktu ya da yok denecek kadar azdı. Kaldı ki, Gurlular kendi general ve valilerine ödeme yapmıyor ve erzak temin etmiyordu, dolayısıyla general ve valilerin kendilerini ve askerlerini fetihlerle elde edilen ganimetlerle devamlı desteklemeleri gerekiyordu. Eğer bu valiler kendi İslami idareleri altındaki tebaayı güç kullanarak din değiştirmeye zorlamış olsaydı, toplumun büyük kesimini ek vergilerle sömürmeye devam etmezdi. Gurlular Afganistan’da olduğu gibi Hindistan’da da Müslüman olmayan tebaaya geleneksel zımmî statüsünü vermeye ve cizye vergisi almaya devam etti.

Moğol Dönemi

1215 yılında Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han, Afganistan’ı fethederek Gurluların egemenliğine son verdi. Cengiz uyguladığı genel siyaset uyarınca kendisine direnen herkesi yok ediyor ve topraklarında taş üstünde taş bırakmıyordu. Bu geç dönemde Afganistan’daki Budist izlerin varolmaya nasıl devam ettiği mevzusu açık değildir. Cengiz, onun sağlığına ve askeri başarılarına duacı olduğu müddetçe tüm dinlere karşı hoşgörülüydü. Örneğin, 1219 yılında ünlü bir Taoist ustayı Çin’den Afganistan’a davet ederek yaşam süresini uzatmak için törenler yaptırtmış ve bir ölümsüzlük iksiri hazırlatmıştı.

Cengiz’in 1227 yılındaki ölümünden ve imparatorluğunun varisleri arasında paylaşılmasından sonra oğlu Çağatay, Soğd bölgesi ve Afganistan’ın kontrolünü devraldı ve Çağatay Hanlığı’nı kurdu. Cengiz’in torunu olan Hülagû, 1258’de İran’ı fethederek Bağdat’taki Abbasi halifeliğine son verdi. İlhanlılar devletini kurmasından kısa süre sonra kuzeybatı İran’daki sarayına Tibet, Kaşmir ve Ladakh’tan Budist rahipleri davet etti. İlhanlılar Çağatay Hanlığı’ndan daha güçlü konumdaydı ve bir anlamda kuzenleri üzerinde üstünlük sağlamışlardı. Budist rahipler İran’a Afganistan üzerinden seyahat ettiğine göre, yol üstünde muhakkak ki resmi olarak destek görmüşlerdi.

Bazı akademisyenlere göre, İran’a gelen Tibetli rahiplerden bazıları büyük ihtimalle Drigung (Drikung) Kagyu ekolüne mensuptu ve Hülagû’nun onları davet etme sebebi politik olabilir. 1260 yılında kuzey Çin’in Moğol hükümdarı olan kuzeni Kubilay Han kendini Moğolların Büyük Hanı ilan etti. Kubilay, Tibet Budizminin Sakya ekolünü izliyordu ve Sakya liderlerine hanlığının Tibet üzerindeki hükmi salahiyetini kullanarak yönetme yetkisi vermişti. Tibet’te bundan önce Drigung Kagyu ekolü ve liderleri politik yükselişe geçmişti. Kubilay’ın başlıca rakibi olan ve Doğu Türkistan’ı yöneten kuzeni Khaidu, Drigung Kagyu silsilesinin destekçilerindendi. Hülagû, Khaidu ile ittifak kurarak bu güç savaşında kendine bir yer edinmek istemiş olabilir.

Bazıları Kubilay ve Khaidu’nun Tibet Budizmi’ne yönelmesinin ardındaki asıl nedenin hem Sakya hem da Kagyu ekollerince uygulanan Budist koruyucu Mahakala’nın doğaüstü desteğini edinmek olduğunu söyler. Mahakala, Tibet ve Moğolistan arasında kalan bölgede yerleşik bulunan Tangutların da koruyucusuydu. Ne de olsa büyük babaları Cengiz Han Tangutlarla giriştiği çatışmada öldürülmüştü ve doğaüstü bir yardım almış olmalıydılar. Hülagû dâhil diğer Moğol liderlerin Tibet Budizmi’ni derin felsefi öğretisinden ötürü seçtiklerini düşünmek pek olası değildir.

Hülagû’nun 1266’daki ölümünden sonra Çağatay Hanlığı, İlhanlılardan bağımsız hareket etmeye başlayarak Khaidu’nun Kubilay Han’a karşı giriştiği mücadeleyi destekledi. Bu arada, Hülagû’nun halefleri de desteklerini Tibet Budizmi ve İslam arasında değiştirerek durumdan politik çıkarları doğrultusunda faydalandılar. Hülagû’nun oğlu Abaka Han babasının Tibet Budizmi’ne verdiği desteği devam ettirdi. Ancak 1282’de onun yerine geçen kardeşi Takudar işgal edip fethettiği Mısır’da halkın yerel desteğini alabilme umuduyla İslam’ı kabul etti. Abaka Han’ın oğlu Argun Han amcasını mağlup ederek 1284 yılında İlhanlı devletinin başına geçti. Budizm’i İran’ın devlet dini ilan ederek birçok manastır inşa ettirdi. Argun 1291 yılında öldüğünde kardeşi Gayhatu, İlhanlı hükümdarı oldu. Tibet rahipleri Gayhatu’ya Tibet dilinde Rinchen Dorje ismini vermişlerdi; ancak Gayhatu Budist inanca pek de emsal teşkil etmeyen düşkün bir sarhoştu. Çin’den gelen kâğıt parayı İran’a tanıtarak ekonomik bir felakete neden oldu.

Gayhatu 1295 yılında, Kubilay Han’dan bir yıl sonra öldü. Tahta Argun’un oğlu Gazan geçti. Gazan İslam’ı yeniden İlhanlıların resmi dini kabul ederek bölgede yeni yapılan Budist manastırları yıktırdı. Bazı akademisyenler Gazan Han’ın babasının dini siyasetini tersine çevirmekteki amacının, amcasının inancı ve gerçekleştirdiği reformlarla arasına mesafe koymak ve Moğol Çin etkisinden bağımsızlaşmak olduğunu ileri sürer.

Budist manastırlarının yıkılma emrini verse de, Gazan Han Budizm’le ilgili her şeyi ortadan kaldırmaya pek de istekli gözükmüyordu. Örneğin Reşidüddin’e ısmarlattığı Evrensel Tarih ya da Cami’üt Tevarih [İng. Universal History, çn.] (Ara. Jami’ al-Tawarikh) hem Farsça hem de Arapça olarak kaleme alınmıştı. Reşidüddin eserin Moğollar tarafından fethedilen bölgelerin tarihine ilişkin kısmına Buddha’nın Yaşamı ve Öğretileri’ni [İng. The Life and Teachings of Buddha, çn.] de eklemişti. Gazan Han tarihçinin araştırmasına yardımcı olması için Kaşmirli Budist rahip Bakshi Kamalashri’yi sarayına davet etti. Daha evvel El-Kermani’nin yazdığı eserde olduğu gibi Reşidüddin de Budizm’i Müslümanlara kolay tanıtabilmek için Buddha’nın bir peygamber olduğu, deva tanrılarının melekler ve Mara’nın da Şeytan olduğu gibi bilindik tanımlamalar kullandı.

Reşidüddin yaşadığı dönemde Arapça’ya çevrilen on bir Budist metnin İran’da tedavülde olduğunu bildirir. Bunlar Aşkın Mutluluğun Saf Diyarının Nizamı Üzerine Sutra [İng. The Sutra on the Array of the Pure Land of Bliss, çn.] (San Sukhavativyuha Sutra, Amitabha’nın Saf Diyarı üzerine), Örülmüş Sepete Benzer Nizam Üzerine Sutra [İng. The Sutra on the Array Like a Woven Basket, çn.] (San. Karandavyuha Sutra, şefkatin vücut bulmuş hali olan Avalokiteshvara hakkında) ve Maitreya Üzerine Açıklamalar [İng. An Exposition on Maitreya, çn.] (San. Maitreyavyakarana, istikbalin Buddha’sı ve aşk’ın vücut bulmuş hali olan Maitreya hakkında) gibi Mahayana metinleridir. Bunlar şüphesiz Abbasi halifesinin koruyuculuğunda VIII. yüzyılda çalışmalarına başlayan Bağdat’taki Bilgelik Evi’nin yaptığı çeviriler arasında bulunan metinlerdi.

Reşidüddin tarihçesini 1305 yılında, Gazan’ın ardılı olan Olcaytu zamanında tamamladı. Görünüşe göre, en azından Olcaytu’nun 1316’daki ölümüne kadar Budist rahipler İran’da hâlâ etkindi, bu Moğol liderini Budizm’e geri kazanmaya yönelik çabalarından anlaşılabilir. Dahası, Budist rahipler Afganistan’da halen serbestçe dolaşabiliyor ve Çağatay’ın sarayında ağırlanabiliyordu.

1321 yılında Çağatay Hanlığı ikiye ayrıldı. Batı Çağatay Hanlığı, Soğd ve Afganistan bölgelerini içeriyordu. Hanlarının tamamı daha en başından İslam’ı kabul etmişti. İran’da bulunan İlhanlılar 1336 yılında bölünerek dağıldı. Bundan sonra Afganistan’da bin dokuz yüz yıl boyunca varlığını korumayı başaran Budizm’in devamı ile ilgili bir işaret bulunmaz. Ancak Budizm’in bilgisi hemen ortadan kalkmadı. Timur (Timurlenk) 1364 yılında Batı Çağatay Hanlığı’nı ve 1385’te de İlhanlıların ardılı olan ufak eyaletleri fethetti. Timur’un oğlu ve ardılı Şahruh, tarihçi Hafız-ı Abru’yu Farsça bir Tarihler Koleksiyonu [İng. A Collection of Histories, çn.] (Ara. Majma’ al-Tawarikh) yazmakla görevlendirdi. 1425 yılında, Şahruh’un Afganistan’da bulunan başkenti Herat’ta tamamlanan eser içerdiği Budizm’e dair açıklamaları bir yüzyıl önce Reşidüddin’in yazmış olduğu esere dayandırıyordu.

Top