Ahlaklı bir Yaşamı Temel Almak için Kişisel Çıkarlara Karşı Başkalarının Menfaatini Gözetme
Budizm’in özü şudur: Eğer başkalarına yardım edebiliyorsak, bunu yapmamız gerekir; eğer yardım edemiyorsak, en azından zarar vermekten kaçınmalıyız. Ahlaklı bir yaşam sürmenin özü de budur.
Her eylem belli bir saikten ileri gelir. Eğer başkalarına zarar veriyorsak, bu belli bir motivasyondan ötürüdür. Başkalarına yardım ediyorsak, bu da bir motivasyondan ötürüdür. Öyleyse başkalarına yardım etmek için, onlara hizmet edebilmek için, belli bir motivasyonumuzun olması gerekir. Bunun için de belli kavramlara ihtiyacımız vardır. Neden yardım ederiz ve neden zarar vermeyiz?
Mesela, tam da birisine zarar vermek üzereyken, bir tür farkındalığa sahip oluruz ve bu da kendimizi dizginlememizi sağlar. Bu da [zarar vermemek için] bir tür kararlılığa sahip olmamız gerektiğini gösterir. Aklımızın bir köşesinde birisine zarar vermek isteriz ama bu zihin durumu nedeniyle aklımızın diğer kısmı da bunun yanlış olduğunu, haklı olmadığını söyler. Bunun yanlış olduğunu gördüğümüz için irademizi geliştirir ve kaçınırız. Her iki seçenekte de [zarar verme veya bunu yapmaktan kaçınma], bazı eylemlerimizin uzun dönem sonuçları olacağına dair bir farkındalığımızın bulunması gerekir. İnsanoğlu olarak uzun döneme yayılan sonuçları görecek zekâya sahibiz. Öyleyse, bunları gördüğümüzde derhal kendimizi dizginleyebiliriz.
Burada takip edebileceğimiz iki yöntem var. İlkinde; kendi payımızı düşünerek yardım edebiliyorsak etmeli, edemiyorsak [herhangi bir zarar vermekten] kaçınmalıyız. Diğer yöntemse; başkalarının menfaatini düşünerek hareket etmek ve aynı şekilde yardım edebiliyorsak etmek, edemiyorsak [zarar vermekten] kaçınmak şeklindedir. Başkalarına yardım etmekten kaçınmak sözkonusu olduğunda, “Eğer bunu yaparsam yasal olanlar dâhil olumsuz sonuçlarla karşılaşacağım,” düşüncesiyle kendimizi engellersek, bu engelleme kendi çıkarımız sebebiyle yaptığımız bir kaçınma olur. Ama eğer nedenimiz başkalarını düşünmekten ileri geliyorsa, “Diğerleri de tıpkı benim gibi. Acı çekmek ve üzülmek istemiyorlar; öyleyse onlara zarar vermemek için kendimi tutmalıyım,” şeklinde düşünürüz.
[Zihnimizi] eğitirken, öncelikle kendi payımızı ve daha sonra da kuvvetli bir biçimde başkalarınınkini düşünürüz. Etkili olması bakımından, kuvvetli bir şekilde başkalarını düşünmek daha güçlüdür. Pratimoksha – manastır eğitiminin Vinaya geleneği içinde yer alan şahsi kurtuluş yeminleri – açısından, kendi menfaatimizi düşünerek hareket etmek, en baştaki ana nedendir ve bu yüzden zarar vermekten kaçınırız. Çünkü kurtuluşu amaçlıyoruzdur. Bodhisattva pratikleri açısından ise başkalarına zarar vermememizin temel nedeni; onların menfaatini gözetmemizdir. Belki de bu ikinci neden, yani karşıdaki için özveride bulunmayı temel alarak yapılan zarar vermeme ve yardım etme davranışının, sıklıkla bahsettiğim evrensel sorumlulukla bir bağı vardır.
İnsanlık Olarak Temel Doğamız
Genel olarak biz insanlar, sosyal hayvanlarız. Kim olursa olsun bireyin hayatını devam ettirmesi, insanlığın kalanına bağlıdır. Bireysel olarak yaşamımızı sürdürmenin ve refahın tamamen topluma bağlı olduğu gözönüne alınırsa, başkalarının refahını gözetmek ve bununla alakadar olma ihtiyacının da temel doğamızdan kaynaklandığını görebiliriz. Örneğin, Babunlara göz atalım: Yaşlı olanlar tüm sürüden sorumludur. Diğerleri beslenirken, yaşlı bir erkek Babun her zaman bir köşede etrafı gözetler. Güçlü olan, toplumun selameti açısından grubun kalanına yardım etmekle yükümlüdür.
Tarih öncesi zamanlarda, biz insanların eğitimi veya teknik bilgisi yoktu. Temel insan toplulukları oldukça basit bir yapıdaydı: Herkes beraber çalışır ve paylaşırdı. Komünistler bu durumun asıl komünizm olduğunu ileri sürer: Herkesin beraber çalışarak, beraber keyif alması. Derken nihayetinde eğitimi geliştirdik ve uygarlığa sahip olduk. [İnsan] zihni daha karmaşık hale geldi ve açgözlülük de arttı. Bu da kıskançlık ve nefrete yol açtı ki zamanla bunlar da kuvvetli hale geldi.
Bugün, yirmibirinci yüzyılda, [insanlık açısından] birçok değişiklik meydana geldi. Aramızda birtakım farklılıklar doğdu – eğitimde, mesleklerimizde, sosyal geçmişimizde vs. – ama yaş ve ırka bağlı farklılıklar bile hep ikincildir. Temelden bakarsak, hepimiz hâlâ insanız ve aynıyız. Birkaç yüz bin yıl önceki halimiz neyse oyuz.
Küçük çocukların tutumları da bu yönde. Sosyal geçmişimiz, din, ırk, renk veya diğer çocukların zenginlikleriyle ilgilenmiyorlar. Hep birlikte oynuyorlar, birbirleriyle dostça oyun oynadıkları sürece, hepsi samimi birer oyun arkadaşı. Biz büyüklerse, daha zeki ve gelişmiş olmamıza rağmen, başkalarını sosyal geçmişlerimizle yargılıyoruz. Hesap ediyoruz: “Eğer gülümsersem istediğimi elde ederim; surat asarsam bir şey kaybeder miyim?”
Evrensel Sorumluluk
Evrensel veya küresel sorumluluk duygusu insani boyutta işlevseldir. Diğer insanlar hakkında kaygılanırız; çünkü “Ben de onlardan biriyim; benim refahım farklılıklarımız ne olursa olsun onlarınkine bağlı.” Farklılıklar her zaman vardır ama bu da faydalı olabilir.
Birkaç yüzyıl boyunca, bu gezegende yaşayan insan nüfusu yalnızca bir milyar kadardı ama şimdi altı milyar insan var. Şimdiden nüfus fazlalığı nedeniyle ülkeler, kendi nüfuslarına yetecek yiyecek ve kaynakları sağlayamıyor. Dolayısıyla, artık küresel bir ekonomimiz var. Öyleyse, bugünün gerçekliğine göre dünya çok daha küçük ve birbirine bağımlı. Gerçek bu. Üstelik ekolojik sorunlarımız da var: küresel ısınma. Bu sadece bir-iki ulusu değil, yeryüzünde yaşayan altı milyar insanı ilgilendiren bir konu. Bu yeni gerçeklik, küresel bir sorumluluk ihtiyacı doğuruyor.
Mesela, daha eskiden buradaki Britanyalılar sadece kendilerini düşünüyor ve bazen de dünyanın başka bölgelerini sömürüyordu. Bu yerlerde yaşayan insanların sorunlarına ve duygularına karşı da kayıtsızlardı. Tamam, bu geçmişte kaldı. Ama şimdi her şey farklı; bir şeyler değişti. Şimdi başka ülkeleri de gözetmek zorundayız.
Aslında Britanyalı emperyalistler bazı iyi şeyler de yaptı gerçekten. İngilizce yapılan iyi bir eğitim getirdiler Hindistan’a ve çok faydası oldu. Teknolojik bilgi ve demiryollarını da getirdiler. Bu da sizin faydalı olduğunuz işlerden biri. Hindistan’a ilk geldiğimde, bazı Gandhi taraftarları hâlâ hayattaydı ve bana Gandhi’nin şiddet yanlısı olmayan yöntemlerini salık verdiler. O zaman Britanyalı emperyalistlerin çok kötü olduklarını düşünmüştüm. Ama daha sonra bağımsız Hint yargı sistemini, özgür medyayı, konuşma özgürlüğünü ve saireyi gözlemledim. Üzerine daha derin düşündüğümde: Bunların hepsi çok iyi gelişmelerdi.
Bugün bir ulustan diğerine ve bir kıtadan öbürüne oldukça ciddi bir birbirine bağımlı olma durumu var. Hal buyken, gerçekten küresel sorumluluk duymamız gerekiyor. Kendi menfaatlerimiz, başkalarının gelişimine ve menfaatlerine bağlı. Bu nedenle kendi menfaatiniz için başkalarınınkini de gözetmek durumundasınız. Ekonomik açıdan da bu şimdiden böyle. Farklı ideolojilerimiz de olsa ve birbirimize güvenmesek de, birbirine bağımlı olan küresel ekonomi açısından etkileşime girmek zorundayız. Öyleyse, başkalarının çıkarlarına saygı göstererek oluşturacağımız küresel sorumluluk son derece önemli.
Diğer insanları, kız ve erkek kardeşlerimiz olarak değerlendirmeli ve yakın hissetmeliyiz. Bunun dinle filan alakası yok; buna gerçekten ihtiyacımız var. “Biz ve onlar” kavramının kendisi – ki bundan elbette bir yere kadar bahsedebiliriz – var ama tüm dünyanın kendini “Biz”in bir parçası olarak görmesi gerekiyor. Komşularımızın menfaati, bizim kendi menfaatimizdir.
Kanaatkârlık
O halde bir birey olarak ahlaklı bir hayat sürmenin yolu, başkalarına zarar vermemek ve mümkünse onlara yardım etmekten geçiyor. [Bunu yaparak,] başkalarının iyiliğini kendi etiğimizin temeline yerleştirirsek, daha geniş kapsamlı bir ahlaklı anlayışının parçası haline geliriz. Kendi hayat tarzımızda da bu faktörleri dikkate almak durumundayız.
Birleşik Devletlerde bile zengin ve fakir arasında büyük bir uçurum var. Amerika’ya baktığımızda ki en zengin ülke olarak geçiyor, hâlâ her yerinde fakir bölgeler var. Bir keresinde, Washington DC’deyken, dünyanın bu en zengin ülkesinin başkentinde bir sürü fakir semt olduğunu gördüm. Buralarda yaşayan insanların en basit ihtiyaçları bile yeteri kadar karşılanmıyordu. [Benzer şekilde,] küresel boyutta, sanayileşmiş kuzey ülkeleri çok daha gelişmiş ve zenginken, dünyanın [geri kalanına göre] güney bölgelerinde bulunan pek çok ülke, açlık tehdidiyle karşı karşıya. Bu sadece ahlaki olarak yanlış değil; aynı zamanda pek çok sorunun da kaynağı. Dolayısıyla bazı zengin ülkelerin kendi hayat tarzlarına bakıp incelemesi ve kanaat getirmesi gerekiyor.
On beş yıl kadar önce Japonya’ya gittiğimde, orada insanlara ekonominin her sene büyüyeceği ve maddi gelişmenin her sene artarak devam edeceği varsayımının büyük bir hata olduğundan bahsetmiştim. Bir gün baktığınızda ekonominizin çok daha kısıtlı kaldığını görebilirsiniz; buna hazırlıklı olmalısınız ki gerçekleştiğinde zihinlerinizde bir felakete yol açmasın. Birkaç yıl sonra, bu durum Japonya’da gerçekten yaşandı.
Bazı insanların hayat tarzı fazlasıyla lüks. Çalmadan, sömürmeden ve hile yapmadan çok büyük paralara sahip oluyorlar. Kendi refahımız açısından bakarsak, ahlakdışı kazanılmadığı sürece bu kadar paraya sahip olmanın yanlış bir tarafı yok; ama başkalarının refahı açısından baktığımızda, kendimiz için yanlış olmasa da ahlaki olarak, başkaları açlıkla yüz yüzeyken, bu iyi bir şey değil. Herkesin aynı lüks hayat tarzını sürdürme şansı olsaydı, güzel olurdu, ama buna ulaşılıncaya kadar daha iyi bir hayat tarzının elindekilerle tatmin olmaya daha çok gereksinimi var. Japonya’da, Birleşik Devletler’de ve daha pek çok zengin ülkede deneyimlediğim gibi, hayat tarzlarında bazı değişikliklere gidilmesi gerekiyor.
Pek çok ülkede, bir ailenin iki, hatta bazen üç arabası var. Hindistan ve Çin gibi toplam nüfusları iki milyara dayanan iki ulusun durumunu bir düşünün. Eğer iki milyar insanın iki milyar arabası ve fazlası olsa, bu çok zor bir durum olurdu. Büyük bir sorun haline gelir ve yakıt, maddi ve doğal kaynaklar gibi pek çok konuda büyük sıkıntılar başgösterirdi. Durum olduğundan çok daha karmaşık bir hal alırdı.
Çevreye Karşı Duyarlı Olma
Öyleyse ahlaklı bir yaşam sürdürmenin bir diğer kıstası da çevreye karşı duyarlı olmaktan geçiyor; örneğin, tükettiğimiz su gibi. Kendi katkım çok saçma gelebilir ama senelerdir bir banyo küvetinde yıkanmıyorum, sadece duş alıyorum. Banyo küveti çok fazla su kullandırtıyor. Belki saçma gelecek ama her gün iki kere duş aldığım için kullandığım suyun miktarı belli. Mesela elektrik kullanımı söz konusu olduğunda, bir odadan çıkarken her zaman ışıkları kapatıyorum, bu benim ekolojiye olan ufak katkım. O halde, belli bir ahlaklı yaşam tarzına sahip olmak, küresel bir sorumluluk duymaktan geçiyor.
Başkalarına Nasıl Yardım Ederiz?
Başkalarına nasıl yardım edebileceğimize gelince; bu, genelde koşullara göre değişir. Gençken, yedi veya sekiz yaşlarında ders çalışırken, öğretmenim saygıdeğer Ling’in her zaman bir kamçısı olurdu. O zaman ağabeyimle beraber ders çalışırdık, aslında iki kamçı vardı. Bir tanesi sarı renkliydi-kutsal bir kamçı, Kutsal Saygıdeğer Usta için. Eğer kutsal kamçıyı kullanırsan, zannediyorum kutsal bir acın olmaz! Çok katı bir yöntem gibi görünebilir ama işe yaradığı zamanlar da oldu.
Neticede, bir eylemin faydalı veya zararlı olup olmadığı niyetimize bağlıdır. Başkalarının uzun süreli refahı için duyduğumuz içten ilgiden dolayı yöntemlerimiz bazen katı, bazen de yumuşak olabilir. Bazen ufak bir yalan bile yardım edebilir. Mesela uzak bir ülkede yaşayan sevdiğimiz bir arkadaş veya ebeveynimiz ciddi biçimde hastalanabilir, ölmek üzere olabilir ve bunu bilirsiniz. Ama bir başkasına ebeveyninin ölmek üzere olduğunu söylerseniz, ona çok dokunacağını ve endişelendireceğini, hatta kendisini kaybedip bayılabileceğini de bilirsiniz. Bu yüzden “İyiler,” dersiniz. Eğer bunu yüzde yüz diğer kişiyi üzmemek adına yapıyorsanız; bu durumda, kendi açınızdan yalan söylediğiniz için ahlaken yanlış da olsa, diğer kişinin açısından bu durum uygun olabilir.
Şiddete Karşı Şiddet İçermeyen Yöntemler
Peki, başkalarına en iyi nasıl yardım ederiz? Bu zor bir soru. Bilgeliğe, durum hakkında net bir farkındalığa ve farklı durumlara karşı farklı yöntemler kullanabilmemiz için, esnek olmaya ihtiyacımız var. Ama en önemlisi niyetimizdir: Başkaları için samimi bir kaygı duymalıyız.
Mesela, bir yöntemin şiddet içerip içermemesi tamamen niyetimize bağlıdır. Beyaz yalanlar söylemenin kendisi şiddet içerse de, niyetimiz uyarınca yöntemimiz başkalarına yardım etmek olabilir. Öyleyse bu, bu şiddet içermeyen bir yöntemdir. Diğer taraftan, başkalarını sömürmek amacıyla onlara hediyeler alıyorsak, görünüşte şiddet içermese de, son kertede diğer kişiyi aldatmak ve kullanmak istediğimiz için bu, şiddet içeren bir yöntemdir. Demek ki şiddet ve şiddet içermeyen eylemler niyetimize bağlıdır. Her insan eylemi niyete bağlıdır. Bir şekilde hedefe de bağlıdır ama amacımız sadece hedefe varmaksa ve niyetimiz öfke ise bu zor bir durumdur. Sonuç olarak, niyet en önemli etkendir.
İnançlararası Uyum
Bu bahsettiklerimizden eve ne götürecebileceğinize bir bakarsak; önemli olan içsel bir huzur geliştirebilmektir. Bunun üzerine düşünmeli ve kendimizde ortaya çıkarmalıyız. Ayrıca, dinleyenler arasında herhangi bir dini takip edenler veya inançlılar varsa, üzerinde sıklıkla durduğum bir husus da inançlararası uyumdur. Bütün büyük dinlerin, – belki fazla bir felsefesi olmayan, aya ve güneşe tapanların haricinde – birer felsefesi ve teolojisi var. Bu dinler belli bir felsefe üzerine kurulu olduğu için, binlerce yıldır bu şekilde devam etmiş durumda. Farklı felsefelerine rağmen, tüm dinler sevgi ve şefkat göstermenin en önemli pratik olduğunu kabul eder.
Şefkatle birlikte bir çeşit affetme duygusu da kendiliğinden gelir. Hoşgörü ve memnuniyet de. Bu üç faktör bir doyum hissi yaratır; bütün dinlerde ortak bir özelliklerdir. Bunlar, bahsettiğimiz bazı temel insani değerleri daha geniş çervede ele almak açısından da önemlidir. Bu bakımdan, tüm dinler temelde yatan mutluluk hissimizi, yani ahlaklı bir yaşam sürmeyi desteklemede yardımcıdır. O halde, tüm dinler aynı mesajı verdiğine göre, hepsinde insanlığa yardım etmek için aynı potansiyel vardır.
Farklı zamanlarda, farklı yerlerde, farklı öğretiler ortaya çıkar. Bu gereklidir. Farklı zaman, yer ve yollar, çevresel farklılıklardan ortaya çıkmıştır ve dinlerdeki farklılıklar da bundan kaynaklanmaktadır. Her seferinde, bazı dini fikirler uygun düşmüş ve [böylece uygulamaya konmuştur]. Bu nedenle, bin yıllık eski dinlerin hepsinin kendi gelenekleri vardır. Bu zengin çeşitlilikteki geleneklere ihtiyacımız var: Hepsi farklı tipten kişilere hitap ediyor. Tek bir din herkese uygun olup, herkese aynı şekilde hizmet edemez.
Buddha’nın zamanında Hindistan’da zaten Budist olmayan bir sürü gelenek vardı. Buddha tüm Hintlileri Budist yapmaya çalışmadı. Diğer dinler de iyiydi. Zaman zaman birbirleriyle fikir alışverişinde bulunurlardı. Özellikle Buddha’dan sonra, ustalar yüzyıllar boyunca bu tarz teatilere devam etti. Bu münazaralar, özellikle de epistemolojik açıdan, her zaman faydalıydı. Belli bir geleneğin âlimi, bir diğer dinin felsefe ve görüşlerini eleştirir ve bu durum herkesi kendi dini, geleneği hakkında düşünmeye ve fikir teatisinde bulunmaya iter. Bu da doğal olarak ilerleme kaydedilmesini sağlar. Bazen bu paylaşımların bir kısmı, talihsizce bir miktar şiddet içerebilir ve ama genelde sağlıklı bir süreçtir.
Hindistan bu bakımdan gerçek dini hoşgörü için çok iyi bir örnektir. Hoşgörünün kendisi bir gelenek olarak asırlarca devam etmniştir ve bugün Hindistan hâlâ böyledir. Dünyanın geri kalanı için oldukça iyi bir model bu.
Daha eski çağlarda insanlar çok yalıtılmış hayatlar sürüyordu ama şimdi hepimiz farklı koşullarda yaşıyoruz. Mesela Londra – hemen hemen çoklu-dini yapıda bir toplum. Dini hoşgörü çok önemli ve eğer fırsatınız olursa, bu yönde bir katkı sağlamaya çalışın.