Bugün burada seküler yöntemler kullanarak mutlu bir zihin yapısının nasıl yakalanacağı hakkında konuşacağım. Burada büyük bir kalabalığa konuşabilme fırsatını yakalamış olmaktan mutluluk duyuyorum. En iyi dostlarımdan biri, artık aramızda olmayan Amerikalı biliminsanı David Livingstone, sıcak gönüllü bir kişinin başkalarıyla buluştuğunda gözlerinin kocaman açıldığını veya gözbebeklerinin büyüdüğünü söylerdi. Benimle buluştuğunda kendi gözlerinin de açıldığını ve gözbebeklerinin büyüdüğünü ve bunun kendisine yalnızca iki kişiyle olduğunu, bir benimle buluştuğunda bir de karısını gördüğünde meydana geldiğini söylerdi. Ama şimdi, nereye gidersem gideyim, yerli halkın insanları da aynı böyle, bana karşı içten bir sıcaklık gösteriyorlar ve bunun için derin bir minnettarlık duyuyorum; yani size teşekkür ederim.
"Sekülarizm" ne demektir? Ben bunu Hint geleneğindeki kullanımı uyarınca kullanıyorum. Ancak, bazı Müslüman ve Hristiyan dostlarım "sekülarizm" kelimesinin bir nebze dine karşı olmak anlamına geldiğini düşünüyor, bu sebeple bu kelimeyi kullanmamdan hoşlanmıyorlar. Bazı insanlar da "etik"in dini temelli olması gerektiğini düşünüyorlar ama Hindistan Anayasası sekülarizme dayanır; bu din karşıtlığı demek değildir. Hindistan'da insanlar dine son derece saygılıdır. Gandi ile Hindistan Anayasasını hazırlayanlar dinî inançları son derece güçlü kişilerdi. Bu bağlamda "seküler" kelimesi hiç bir dinin diğerlerinden üstün olduğunu düşünmeden tüm dinler için saygı duymak anlamına gelir ve bu sekülarizm Hindistan'da binlerce yıl boyunca inanmayanların da haklarına saygı göstermiştir. Dolayısıyla ben de "sekülarizm"i bu anlamda kullanıyorum.
İnsan olarak, hatta hayvanlar ve böceklerle beraber, hepimiz daha fazla huzur ve sükunet arzu ederiz. Kimse huzursuzluk istemez ve herkesin mutlu olmaya ve huzursuzlukları, sorunları ve acıları aşmaya hakkı vardır. Bunu mantıksal olarak veya deneylerle kanıtlamaya lüzum yoktur. Bu basitçe doğamız itibarıyla böyledir ve tüm hissedebilen varlıklar, kuşlar, hayvanlar, insanlar, hepimiz bu amaca ulaşmaya çalışırız. Önemli olan bu amaca ulaşma yöntemidir. Yöntemin gerçekçi olması gerekir ve gerçekçi olmayan yollar kullanmak sadece bu amaca ulaşmakta başarısız olmamıza yol açar. Söz gelimi, bazen hayvanlar o kadar korkar ki yanlış yöne doğru koşarlar; tehlikeden kaçmak yerine tehlikeye doğru koşarlar. Fakat bizler insanız ve muhteşem bir zekaya sahibiz; dolayısıyla akıl ve zeka yoluyla gerçekçi bir yaklaşım izlemek konusunda daha becerikli ve böylelikle bu konuda daha başarılıyız. Farkındalığımız uzun vadelidir; bundan dolayı bazen anlık bir faydayı uzun vadeli bir başarı için bilerek feda ederiz. Bu, hayvanlardan üstün olan zekamızın bir göstergesidir. Bu zekadan dolayı da biz insanlar uzun vadeli fayda elde etmeye uğraşırız.
O halde sorumuz şudur: Hangi düzeyde deneyim bize en fazla fayda sağlayacaktır? Duyusal deneyim düzeyi esasen geçicidir. Söz gelimi, bir resim veya bir spor etkinliği görürsünüz veya farklı yerler ve manzaralar, kostümler, insanlar görmeye giden bir turist; işte, bundan – örneğin gözlerinizle – bir nevi haz alırsınız. Mesela Delhi'deki şoförüm krikete bayılır. Kendisine kriket maçının olduğu akşam kaç saat uyuduğunu sorduğumda dört saat dedi. Ben de onu eleştirdim; spor seyretmektense deliksiz bir uyku uyumanın yeğ olduğunu söyledim. Zihin için uyku daha iyidir. Ayrıca müzik var, muhteşem kokular ve yemek ve haz veren fiziksel duyumsamalar. Duyusal düzeydeki bu hazlar yalnızca geçicidir. Bittiklerinde, onlardan geriye kalan tek şey bizim onlara ilişkin hatıralarımızdır.
Öte yandan, bazı deneyimler zihinsel düzeydedir ve duyusal deneyime bağlı değildir; bunlardan aldığımız haz çok daha uzun sürer. Bu yüzden mutluluk ve mutsuzluk deneyimlemenin iki düzeyi olduğunu fark etmek önemlidir. Birincisi duyusal düzeydir ve geçicidir; diğeri ise zihinsel düzeydir ve çok daha derindir.
Modern zamanlarımızda insanlar en önemlisi olduğunu düşündükleri duyusal düzeyle fazla ilgili oldukları için, mutluluğu sürekli olarak dışsal maddi kaynaklarda arıyor ve içsel, derin düzeyi ihmal ediyorlar. Bir defasında, çok seneler önce, Almanya'da Berlin'deydim ve kaldığım otel bir gece kulübünün tam karşısındaydı. Akşam 7.30 veya 8 civarında yattım ve dışarıda farklı renklerde, kırmızı, mavi, yanıp sönen ışıklar vardı ve güm güm sesler duyuyordum. Uyudum ve gece yarısı uyandığımda aynı şekilde devam ediyordu ve saat dört civarında kalktığım zaman dahi hâlâ bitmemişti. İnsanların bütün enerjisi o duyusal düzeyde emilmişti. Sanıyorum ki ertesi gün herkes tamamen tükenmişti.
Geçenlerde çocuklu bir Hintli aileyle tanıştım; anne baba da oradaydı ve yalnızca biraz havadan sudan konuştuk. Son iki veya üç yıldır artık televizyon izlemediğimden bahsettim; yalnızca BBC radyoda haberleri dinliyorum. O Hintli ailenin genç üyeleri bana dediler ki "Televizyon seyretmiyorsan canın çok sıkılıyordur!" Demek ki onlar çok seyrediyormuş. Özellikle Amerika ve Avrupa'da çocuklar çok fazla televizyon seyrediyor. Bu çok iyi değil çünkü zihinlerinin keskin bir zekayla analiz etme becerisini bozuyor. Bu sebeple mutluluğu yakalamak için sadece duyusal düzeyde değil, zihinsel düzeyde çalışmak daha anlamlı.
Bir diğer önemli nokta, gerçek anlamda rahatsız edici duyguların esasen zihinsel düzeyden gelmesi; yani, mutlu bir yaşam için sakin bir zihne ihtiyacımız var. Rahatsızlıkların kaynağı zihinsel düzeyde olduğuna göre, bunu başarmak için zihinsel düzey üzerinde çalışmamız lazım. Bu sebeple, ilk olarak, içsel dünyamıza, içsel değerlere daha fazla ilgi göstermemiz gerekiyor. Beyin denen o küçük alanda zihnin o engin içsel alanını keşfedebiliriz ama aslında bu içsel alan hakkında çok daha az şey biliyoruz. O zaman duyguları tahlil etmemiz gerekiyor. Güçlü duygular ortaya çıktığında, zihnin bir bölümüyle o duyguyu incelersek bunun daha sonra kademe kademe azaldığını görürüz. Öfkenin hüküm sürdüğü bir zihni izleme becerisine sahibiz; onu tahlil etmeye başladığımız anda yoğunluğu da azalır. Zihnin derinliklerine bakmak oldukça ilginç bir şeydir.
Şu anda yirmi birinci yüzyılı yaşıyoruz. Yirminci yüzyıl adeta insanlık tarihinin en önemli yüzyılı olmuştur. Bunun sebebi bilimsel ve teknik alanlarda onlarca gelişme yaşanmış olmasıdır. Yani bilgimiz artmış, yaşam standartlarımız yükselmiştir. Ancak aynı zamanda da bu yüzyıl bir kan gölü olmuştur. Anne babalarınız ile nineleriniz ve dedeleriniz birçok kargaşa ve acılara tanıklık etmiştir. Kimileri nükleer silahlarla olmak üzere, iki yüz milyondan fazla insan ölmüştür. Bu hudutsuz şiddet yeni bir düzen getirmiş olsaydı, belki o zaman bunu gerekçelendirebilirdik ama böyle olmamıştır. Şimdi yirmi birinci yüzyılın başında dahi Irak, İran ve Afganistan'da o kadar çok sorun, o kadar çok terör var ki; bu geçmiş hataların ve ihmallerin bir semptomudur. Salt dışsal olan şeylere çok fazla önem verildi. Artık sadece dışsal koşullara odaklanmamalı, içsel değerler hakkında daha çok düşünmeliyiz.
Ayrıca, genel anlamda maddi kalkınma kötü durumda olmamakla beraber, zengin ve fakir arasındaki uçurum da çok büyük bir sorundur. Burada, Avusturya'da eşitlik düzeyi oldukça iyi ama geçen sene Meksika, Arjantin ve Brezilya'ya ziyaretlerde bulundum ve zengin ile yoksul arasındaki uçurumu sordum, büyük mü küçük mü dedim ve çok büyük olduğu yanıtını aldım. Belki de Avusturya'da bu uçurum küçüktür.
Ayrıca şu soruyu da sordum: "Yolsuzluk oranı büyük mü küçük mü?" Konuşma ve basın özgürlüğü olan demokratik ülkelerde dahi çok fazla yolsuzluk olabiliyor. Bunun sebebi öz disiplin eksikliği ve ahlaki ilkelerden yoksunluktur. Söz gelimi, Hindistan zihniyet olarak son derece dinsel odaklı bir ulustur ama orada dahi yolsuzluk çok fazladır. Pek çok Hintli evlerinde tanrı ve tanrıçaların heykellerini bulundurur, tütsü, çiçekler ve dualarını sunarlar ama ben de bazen şaka yollu "Yolsuzluğum kabul olsun" diye dua ettiklerini söylerim. Bunlar sözde inananlardır ama dinlerinin ilkelerini gerçekleştirmedikleri ve Tanrı korkusu olan kişiler haline gelmedikleri oranda da inanan değillerdir.
Birkaç sene önce bir akademisyenle çok uluslu şirketler ve bunlarının kazançlarının nasıl şeffaf olmadığı hakkında bir tartışma yaptık. Bu konulardan bahsettik; ben de "bu şirketleri yöneten kişilerin sözde Tanrı korkusu olması lazım, o yüzden bir parça disiplinli olmaları gerekir" dedim. O da dedi ki "bu sizinki tam bir on sekizinci yüzyıl düşüncesi." Demek ki bu insanlar Tanrı'ya dua etseler de pek ciddi değiller. Ciddi olsalardı Tanrı'nın dürüst, ilgili ve etik olmak konusundaki nasihatlerine uyarlardı. O halde başkalarına ve çevreye karşı kayıtlı olmamız gerekiyor. Dolayısıyla, ahlaki etik konusuna daha çok vurgu yapılması gerekiyor ki bu da öz disiplin konusuna daha çok vurgu yapılması anlamına gelir; vazife veya korku duygusuyla değil ama gönüllü olarak, "bu eylemde bulunursam bu, ahlaki ilkelere aykırı olacaktır" bilgisine dayanarak.
Ahlaki etiği geliştirmek için daha çok çaba sarf etmemiz gerekiyor, yoksa nüfusun bu kadar artıp kaynakların bu kadar azaldığı bir durumda giderek daha çok sorunumuz olacaktır. O halde bu yirmi birinci yüzyılı şefkatli bir yüzyıla dönüştürmek için çaba gösterdiğimiz bir yüzyıl haline getirmeliyiz. Ahlaki, seküler etiğin en temel ilkesi de budur.
Ahlaki etik sıcak gönüllülükle çok yakından ilgilidir. Bu, diğer insanlar için hep daha fazla kaygı duymak anlamına gelir. Onlar da mutlu olmak isterler; mutsuz olmak istemezler ve hepimiz birbirimize bağlıyız. Onların mutluluğu bizim mutluluğumuzun kaynağıdır. Bu anlayıp saygı duyduğumuzda yalan söylemeye, hile veya zorbalık yapmaya, sömürüye gerek kalmaz. Sıcak gönüllülüğün mutluluğun kaynağı olması bu anlamdadır ve annelerimizin zamanından gelen biyolojik bir faktörde yatar: annemizin sütü yoluyla ondan bize geçen sevgi ve sevecenliği sayesinde hayatta kaldığımız gerçeği. Bu deneyim genlerimiz ve kanımıza işlemiştir. Soru şudur: Çocuklar diğerlerinden gördükleri ilgi ve sevecenliği diğerlerinden gelen para ve kültürel şeylere yeğlerler ama büyüdüklerinde, bilgeleşmedikleri takdirde, içsel değerleri azalır. Neden; çünkü daha benmerkezci hale gelirler. Başkalarına biraz olsun yardım etseler, "karşılığında çıkarım ne olur?" sorusuyla ilgilendiklerindendir. O halde benmerkezcilik pek çok büyük sorunun kaynağı olan bir büyük "ben" hissini takviye eder. Kendimizi Avrupa Birliği'nin veya bütün dünyanın parçası olarak düşünmek suretiyle bütün insan toplumunu "biz" olarak düşünmemiz gerekir. Bu dünyadaki bütün yedi milyar insanı "biz" olarak ve kendimizi de, şu küçük "ben"in değil, bu "biz"in parçası olarak düşünmemiz gerekir. Yani, zengin olsun fakir olsun, herkese saygı göstermeliyiz. Herkesin, gerek ekonomik olarak gerekse tüm alanlarda, eşit hakları olmalıdır. Başkalarının refahı için kaygılanmaya başladığımız zaman, bu saygı da kendiliğinden gelecektir.
Bu illa ki dinin bir parçası değildir; din kişisel bir konudur; bunlar tüm insanlığı ilgilendiren konulardır. Diğer herkese saygı gösterirsek, sömürü de olmaz. Ayrıca, sıcak gönüllülük fiziksel sağlığa da son derece faydalıdır. Bazı biliminsanları sürekli tehlike ve korkunun bağışıklık sistemimizi zayıflattığını söyler; yani benmerkezci olduğumuzda kendimizde büyük bir korku deneyimler, başkalarına ilişkin olarak da çok büyük bir güvensizlik yaşarız. Bu da yalnızlık ve korkuya yol açar ve nihayetinde hüsran ve öfkeyle sonuçlanır. Ama bir kez kalplerimizi açtığımızda ve diğerlerine karşı alaka duyduğumuzda, kendimize güvenimiz artar. Bu suretle açık ve şeffaf bir şekilde hareket edebiliriz. Kimle karşılaşır, kimi görürsek görelim, çevremizdeki herkesi kız ve erkek kardeşlerimiz olarak görmeye başlarız ve eğer sıcak gönüllüysek ve diğerlerine karşı bir alaka duyuyorsak, çoğu kişi de olumlu bir şekilde yanıt verecektir. Fakat durum hep böyle olmaz. Beni ne zaman arabaya bindirseler, daima yoldaki insanlara bakar ve onlara gülümserim. Bir defasında Almanya'da kaldırımdaki bir hanımefendiye gülümsediğimde birden çok şüphelendi; yani gülümsemem ona mutluluk vermek yerine korkmasına yol açtı; ben de kafamı başka yöne çevirdim. Ama genellikle böyle olmuyor.
Sıcak yüreklilik annelerimizden öğrendiğimiz bir şeydir, bu yüzden onu ömür boyu yanımızda taşımamız gerekir. Bir bilim toplantısında şöyle bir sloganımız var: "sağlıklı zihin, sağlıklı vücut." Bunun için gerçekliği bilmemiz, sakin bir zihnimiz olması gerekir; huzursuzlanırsak etki altında kalır, gerçekliği göremeyiz ve bu da bir çok sorun doğurur. O halde sıcak gönüllülük sakin bir zihin geliştirmeye yardımcı olur.
Zihinlerimiz sakin olmazsa, bu durum eğitimde sorunlara yol açar. Zihin sakin ve mutlu değilse, öğrenmek çok zordur; yani sakin bir zihin, politika da dahil olmak üzere, her türlü işi ve mesleği yapmaya yardımcı olur. Kısacası, zihnin sakinliği öz güven getirir ve öz güvenle gerçekliği daha açık seçik bir biçimde görebiliriz ve böylelikle kalbimiz de giderek daha çok ısınır.
Seküler etiğin temel ilkeleri ve mutluluk sanatının anahtarı da bunlardır. Kendi adıma, bunun çok faydasını görüyorum. Bu size de bir şey ifade ediyorsa, o zaman uygulamaya çalışınız. Size hiç bir şey ifade etmiyorsa, o zaman unutun gitsin. Teşekkür ederim.