Budist Perspektifinden Batı Toplumu

Din

Din hususuna ilişkin olarak, siz Batılılara kendi geleneklerinizi muhafaza etmenin daha iyi olduğunu daima açıkça söylüyorum. Elbette milyonlarca insan arasından bazı bireyler sizin gibi... Herhalde içinizden bazılarınız altmışlarda hippiydiniz – kendi zihinlerinize ilişkin olarak kafanız karışıktı ve mevcut duruma ve kendi Batılı dinî inançlarınıza karşı da biraz isyankar bir tutuma sahiptiniz, öyle değil mi? Sanki herhangi bir yön tutturamamış gibi bir oraya bir buraya savruluyordunuz ve sonunda Budizm’de bazı yeni fikirler buldunuz. O halde tamam, bunun gerçekten de faydalı bir şey olduğunu, işe yaradığını düşünüyorsanız, bu iyidir.

Tibetlilerin de %99’undan fazlası Budisttir ama aynı zamanda Tibetliler arasında Müslümanlar da vardır ve sanırım yirminci yüzyıldan beri orada bazı Hristiyanlar da bulunuyor. O halde bu mümkün. Musevi-Hristiyan – ve bir ölçüye kadar da Müslüman – kökenli Batılılar arasında kimileri kendi geleneklerini çok etkili bulmayıp inançsız olmayı seçiyor. Zihinsel düzeyde bir parça huzursuzluk yaşadıklarından, zihinlerini eğitmek konusunda Budist öğretilerde bir fayda görüyorlar ve böylece Budizm’i izlemeye karar veriyorlar. Bunda bir yanlış bir şey yok. Bu her bireyin hakkıdır.

Eğitim

Budist olarak veya yalnızca herhangi bir kişi olarak gerçekçi olmamız gerekir. Gerçekçi olmayan bir yaklaşım felaket getirir; o halde gerçekçi olmamız gerekir. Bence eğitimin amacı tam da görünümler ve gerçeklik arasındaki uçurumu küçültmemize yardımcı olmaktır. Görünümler ve gerçeklik arasındaki bu uçurum yüzünden gerçekçi olmayan o kadar çok his gelişmektedir ki. İnsan zekasına sahibiz; o zaman evet, eğitime ihtiyacımız var. Eğitimin amacı bizzat zihinlerimizin bilgeliğe kavuşması, makul ve gerçekçi olmasıdır. Eğitimin asıl amacı tüm yaşamımıza, bütün amaçlarımıza dair gerçekçi olmamızdır. Teröristler örneğinde olduğu gibi, söz konusu olan yıkıcı amaçlar olduğunda bile, bu amaçları gerçekleştirmeye yönelik yöntemleri gerçekçi olmalıdır; aksi takdirde, amaçlarını gerçekleştirmeden ölebilirler. Bütün insan eylemleri gerçekçi olmalıdır.

Şu anda ekonomik bir kriz var. Tam olarak ne olacağını bilmeksizin ve her şey yolundaymış gibi davranarak çok fazla spekülasyon yapıldı. Bu kişiler bazen neler olup bittiğini bildikleri halde, halka kasten farklı bir tablo yansıtıyorlardı. Bu ahlak dışıdır. O halde bunun sebebi cehalet ve açgözlülüktür. Bazı dostlarımın görüşüne göre, küresel ekonomik kriz kısmen bundan kaynaklanmıştır. İnsanlar en başından itibaren açıkça ve şeffaf bir biçimde hakikati söylese, tam krizin ilan edildiği o son noktada halk bu kadar büyük bir şok yaşamazdı. Bu husus daha en başta açıklığa kavuşturulmalıydı. Fakat şu anda işler hiç de yolunda gitmiyor, öyle değil mi? O halde tüm yaşamımıza ilişkin olarak gerçekçi olmamız gerekir. Elbette uluslararası ilişkiler konusunda ve çevreyle ilgili meselelerde veya her türlü alanda da mümkün olan her şekilde gerçekçi olmamız gerekmektedir.

Modern eğitimde eksik olan bir husus vardır ki bu da sıcak gönüllülüğe ilişkin öğretilerdir. Fakat artık bu alanda gerçekten araştırma çalışmalarında bulunan bazı kurumlar, üniversiteler bulunuyor. Bu araştırmalarda öğrencilerle deneysel çalışmalar yürütülmüştür: Günlük çalışma programlarının bir parçası olarak zihinlerini şefkat üzerine eğitecek kısa süreli bir meditasyonda bulundukları takdirde, bunun sekiz haftalık bir eğitimden sonra bir fark yarattığı ortaya konmuştur. Sonuç olarak, bu işin bir yönüdür.

Sağlık

Hayvanlarla ve diğer yaşam formlarıyla kıyaslandığında, insan bedenine sahip olduğumuz için çok şanslıyız çünkü bu harikulade beyne sahibiz – sonsuz özveri geliştirme becerisine sahip olduğumuz gibi, nihai gerçekliği soruşturma yetisine de sahibiz. İnsanlardan daha az sofistike bir beyne sahip olan hiçbir yaşam formunun böyle bir becerisi bulunmaz. Hissedebilen tüm sıradan varlıklar cehaletin esiridir. Yalnızca insan beyninin bu cehaletin kusurlarını bilme becerisi vardır. Dolayısıyla, insan bedeni kıymetli bir şeydir ve bu yaşamı korumamız gerekir. Bin yıl boyunca tek yapabildiğimiz bize uzun bir ömür bahşetmesi icap eden bazı ilahi varlıklara dua etmek olmuştur. Fakat artık modern tıbba sahibiz ve yoga egzersizi de dahil olmak üzere, çeşitli egzersizlerimiz bulunuyor; bu da bu kıymetli bedeni korumak için son derece faydalı bir yöntemdir, öyle değil mi? Gerçekten de öyledir.

Ekonomi

Elbette ekonomi konusundaki bilgim son derece sınırlı. Öncelikle, Karl Marx’ın ekonomi kuramıyla ve bu ekonomi kuramında servetin eşit dağılımı hususuyla çok ilgileniyordum. Bu ahlaki etiktir; oysa kapitalizm bundan bahsetmez, yalnızca nasıl kar elde edileceğinden bahseder. Dolayısıyla, sosyoekonomik teoriye ilişkin olarak, hâlâ Marksistim.

Eski Sovyetler Birliği’nde ve modern Çin’in erken döneminde – ve diğer bazı sosyalist ülkelerde – uygulanan “sosyalizm” denilen sistem sonunda bu ülkelerde ekonomik durgunluğa yol açmıştır. Bu bir gerçektir. O halde Batı kapitalizmi, ekonomik kalkınmaya ilişkin olarak, daha dinamik bir kuvvet teşkil eder. Çin, Deng Xiaoping’in yönetiminde Marksist ekonomik sistemini feda etmiş ve kendi iradesiyle kapitalizmi benimsemiştir. Bana gelince, Çin’in bugün yüz yüze bulunduğu tüm sorunlar için kapitalist sistemin sorumlu tutulabileceğine inanmıyorum. Bence özgür bir ülke [bu sorunlar olmaksızın] kapitalizmi benimseyebilir ama [bunun için] aynı zamanda bağımsız bir yargıya ve özgür basına ihtiyaç vardır. Medya şeffaflık ilkesini benimserse, seçili hükümetten hesap sormak mümkün olur. O halde kapitalizmde toplumu daha dengeli kılmak için başka yöntemlere ihtiyaç vardır.

Oysa Çin’de söz konusu olan salt kapitalizmdir – yargı bağımsız değildir, basın özgür değildir, hükümetten hesap sorma olanağı yoktur. Yargı partinin kontrolü altında, ekonomi partinin kontrolü altında, basın da partinin yandaşlarının kontrolü altındadır. Çin’in şu anda yaşadığı sorunların başlıca sebebi budur. Muazzam bir yolsuzluk vardır ve bunları denetleyecek düzgün bir mekanizma bulunmamaktadır. Yolsuzluğa karışan yoksullar ölüm cezasına çarptırılırken, daha yüksek konumlardakiler hukukun üzerinde tutulmaktadır. İşte gerçek sebep budur.

Berlin Duvarı yıkıldığı zaman, eski Doğu Avrupa ülkeleri özgürlüklerine kavuştu – söz gelimi, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya. Başkan Havel’in daveti üzerine Çek Cumhuriyeti’ne, yanılmıyorsam, ilk giden ziyaretçi oldum; sonra Baltık ülkelerine ve Macaristan’la Bulgaristan’a da ziyaretlerde bulundum. Hiç Romanya’ya gitmedim ama eski Yugoslavya’ya, Kosova’ya, Hırvatistan’a ve Slovenya’ya gittim. Çek Cumhuriyeti’ne ilk gittiğimde dedim ki “Şimdi artık daha fazla araştırmada bulunmanın zamanı geldi. Sosyalist sistemin iyi yönlerini ve kapitalizmin de iyi yönlerini alırsanız, belki de yeni bir ekonomik sistem sentezine ulaşmak mümkün olacaktır.” Ben bunları söyledim ama bunlar boş laflara dönüştü. Fakat elbette ekonomi konusunda bilgi sahibi değilim.

Maddiyatçı Yaşam Tarzları

Dün kısaca Batılı yaşam tarzlarından bahsettim. Bu sadece Batı’ya özgü değildir – bugün Hindistan’da da daha maddiyatçı bir toplum söz konusudur, daha maddiyatçı bir topluluk kültürü vardır, öyle değil mi? Şu anda Hindistan’da insanlar yaşamdan zevk almak için duyularının penceresini kullanıyorlar – oyunlar, filmler, müzik, iyi yemekler, güzel kokular ve seks de dahil olmak üzere, fiziksel hazlar. Yalnızca dışsal araçlarla, duyusal düzeyde bir tatmin arayışı içinde bulunuyorlar.

Oysaki içsel tatminin nihai kaynağı zihinlerimizi eğitmekten geçer, bu duyusal deneyimlere bağlanmaktan değil. Bu kirlenmiş [lekeli] eylemlerimize bir son vermemiz gerekiyor. Bunların kirlenmesi çevreden kaynaklanmıyor; eylemlerimiz yanlış görüşler sebebiyle veya cehalet yüzünden kirleniyor. Dolayısıyla, sorunlarımıza yol açan kirlenmiş karmaya son vermek için ilk önce bu kafalarımızın içindeki cehaletten kurtulmamız gerekir. Budist yolu da budur. Ayrıca, daha önce bahsettiğim gibi, akademik merkezler de artık duygularımızla, zihinlerimizle ilgilenip onlara bakmanın önemini giderek daha fazla görmektedir. Bu son derece sağlıklı bir işarettir.

Bununla beraber, yine de “Yaşamım çok güzel” diyebilmek daha iyidir. Budizm de bundan bahseder; güzel bir yaşam için dört kusursuz etmen bulunur (Tib. phun-tshogs sde-bzhi) [(1) daha yüksek yeniden doğuş, (2) kaynak arayışı, (3) öğretiler ve (4) özgürleşme]. İlk iki kusursuz etmen daha yüksek yeniden doğuş veya yalnızca insan olarak yeniden doğuştur; daha sonra mutlu bir yaşama, iyi bir yaşama kavuşmaya yönelik gereksinimler gelir: refah, mal mülk, eş dost, vb. Belirli imkanlara ve bunun için de paraya ihtiyaç duyarsınız. Dolayısıyla para da bunlara dahildir. Fakat uzun vadede amacımız nirvana, yani bu cehaletin ve bu yıkıcı duyguların kalıcı bir şekilde durdurulması olmalıdır. O halde kalıcı çözüm budur ve bunun için de Dharma pratiğine ihtiyaç duyarız.

Zengin ve Yoksul Arasındaki Uçurum

Bir diğer sorun da zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumdur. Bu çok ciddi bir meseledir. Washington’da halka açık bir buluşmada şöyle demiştim: “Dünyadaki en zengin ülkenin başkentindeyiz ama Washington’ın banliyölerinde pek çok yoksul birey ve yoksul aile yaşıyor. Bu yalnızca ahlaki olarak yanlış değil, aynı zamanda pek çok sorunun da kaynağıdır.” 11 Eylül olayları örneğinde olduğu gibi – bu olay da bu korkunç uçurumla ilişkilidir. Arap dünyası hâlâ yoksuldur ve doğal kaynakları Batı tarafından sonuna kadar sömürülmektedir; oradaki halk da bazen bunu haksızlık olduğunu düşünmektedir.

Bunlar çok ama çok karmaşık meselelerdir. Budist toplumun da eyleme geçmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından kendi mahallenizdeki insanlarla ilgilenin; onlara zihinsel olarak güven verin, kendine güven telkin edin.

Hintli dostlarıma, “düşük kast”ın mensupları olanlara, Dr. Ambedkar’ın takipçilerine, ki pek çoğu Budisttir, daima zengin ve yoksul arasındaki bu uçurumun değişmesi gerektiğini söylüyorum. Halkın daha yoksul kesimleri sloganlar atmak ve öfkeli dışavurumlarda bulunmak yerine hepsinin aynı olduğuna dair kendine güvenlerini geliştirmelidir. Onlara diyorum ki “Brahma bu dört kastı kendi dört başından yarattı ama bu aynı Brahma, değil mi?” O zaman hepimiz eşit olmalıyız.

Halkın daha yoksul kesimlerinin eğitimi üzerinde daima ısrarla dururum. Daha zengin, daha varlıklı olan kesimin yoksulların yaşam standartlarını iyileştirmelerine olanak vermek için onlara imkanlar sunması gerekir: eğitim, alıştırma ve donanım. Bunu birkaç vesileyle Afrika’da da dile getirdim. Güney ülkeleri için her şey çok zordur. Kuzey genellikle artı değerlere sahiptir. Güneylilerin temel gereksinim maddeleri bile bulunmamaktadır. Oysa tüm bu insanlar kardeş olarak aynıdır.

İnsan Hakları

Sizinle paylaşmak istediğim bir diğer husus da şeylerin ikincil düzeyine – ulus, dinî inanç, kast gibi şeylere – çok fazla vurgu yaptığımız konusudur. İkincil düzeyde bir fayda sağlamak endişesiyle, temel insan düzeyini unutuyoruz. Bu bir sorun. Bence, maalesef, Kopenhag Zirvesi’nde [2009 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı] olduğu gibi, önde gelen uluslar kendi ulusal çıkarlarına küresel çıkarlardan daha fazla önem vermektedir; gereksiz pek çok sorunla yüz yüze olmamızın sebebi budur.

İnsanları aynı insanlar olduğumuz konusunda eğitmek için elimizden gelen tüm çabayı göstermeliyiz. Ayrıca bir numaralı önceliğimiz temel insan hakları olmalıdır. Farklı ulusların ve dinî toplulukların endişeleri ikincil düzeydedir. Çin için söz konusu olduğu gibi; insanlara hep derim ki “Çin ne kadar güçlü olursa olsun, hâlâ bu dünyanın bir parçasıdır. Bundan dolayı, gelecekte Çin’in de dünyadaki eğilimlere ayak uydurması gerekecektir.” Bunun gibi bir şey.

Şu anda bu gezegendeki neredeyse yedi milyar insanı tek bir varlık gibi, tek bir insan ailesi gibi düşünmeliyiz. Bence bu gerçekten ihtiyaç duyduğumuz bir şey. Fakat bunu vaaz vererek değil, ancak eğitimle ve sağduyu kullanarak yapabiliriz. Bu çok önemlidir.

Savaş

Mutlu bir insanlıktan, barışçıl bir insanlıktan, daha şefkatli bir insanlıktan bahsederken, teröristler ve askeri güç kullanımı sorunlarının gerçek yanıtını aramaya çalışmamız gerekir. Günümüz gerçekliği dahilinde, her şey birbirine bağlıdır. Avrupa’nın ekonomisi ve Avrupa’nın geleceği Asya’ya ve Orta Doğu’ya bağlıdır. Amerika da aynı şekilde. Ayrıca Çin’in geleceği de Asya’nın geri kalanına ve dünyanın geri kalanına bağlıdır. Gerçek budur. O halde bu gerçek uyarınca, bir çizgi çekip “Bu düşman. Bu dost” diyemeyiz. Düşmanlar ve müttefikler arasına çizgi çekmek için sağlam bir temel bulunmaz. O halde, günümüz gerçekliği uyarınca, “biz” ve “onlar” söyleminden ziyade, büyük bir “Biz” hissini yaratmamız gerekmektedir.

Eski zamanlarda, bin yıl önce, “biz” ve “onlar”ın sağlam bir temeli bulunuyordu. O temelde, o gerçeklik uyarınca, düşmanınızın – “onların” – yok edilmesi sizin zaferiniz demekti. Demek ki savaş kavramı insanlık tarihinin bir parçasıdır. Fakat artık günümüzde dünyanın yepyeni bir gerçekliği vardır; bu sebeple dünyanın her bölümünü “Biz”in bir parçası olarak düşünmeliyiz. Onların iyiliği ve refahına ciddiyetle önem vermeliyiz. Hepimizin birbirimize bağlı olarak, birlikte yaşaması gereken bir dünyada şiddete yer yoktur.

Top