Bu akşam bize günlük hayatta yardımcı olması için Budist yöntemlerin nasıl kullanılacağı hakkında konuşacağız. Budist yöntemleri veya Budist öğretilerinden bahsederken, Sanskritçede buna karşılık gelen kelime “Dharma”dır. “Dharma” kelimesinin gerçekte ne anlama geldiğine bakacak olursak, “bizi geri tutan bir şey” anlamına gelir. Dharma, bizi acı çekmekten ve sorun yaşamaktan geri tutan veya bunu engelleyen bir şeydir.
Dört Yüce Hakikat
Buddha’nın öğrettiği ilk husus, “dört yüce hakikat” olarak bilinen şeydir. Bunun anlamı, yüksek seviyede idrake ulaşmış ve gerçekliği anlayan herkesin doğru olduğunu anladığı dört hakikat bulunduğudur. Bu dördü şu şekildedir:
- Hepimizin yüz yüze olduğu hakiki sorunlar.
- Bunların hakiki sebepleri.
- Bu sorunları bir daha yaşamamamız için bunların hakiki durdurulması diye bir şey olsaydı bunun neye benzeyeceği.
- Tüm sorunlarımın durdurulmasını sağlayacak anlama, hareket etme, vb yolu.
Hakiki Sorunlarımız
Budizm sorunlara ve bunlarla nasıl başa çıkılacağına dair çok şey söyler. Esasında, Buddha’nın tüm öğretileri bize yaşamdaki güçlükleri yenmemizde yardımcı olmaya yöneliktir. Bu gerçekte son derece akılcı ve ayakları yere basan bir yaklaşımdır. Her ne sorunlarımız olursa olsun, bunların bazı sebeplerden kaynaklandığını söylemektedir. O halde yüz yüze olduğumuz güçlüklerin ne olduğunu görmek için çok dürüstçe ve derinlemesine kendi içimize bakmalıyız. Çoğumuz için, bu pek kolay bir süreç değildir. Yaşamımızdaki sorunlu alanların neler olduğunu görmeye çalışmak esasında oldukça ıstıraplı bir süreçtir. Pek çok kişi sorunlarını inkar eder. Sorunları olduğunu – söz gelimi, sağlıksız bir ilişki yaşadıklarını – kabullenmek istemezler ama mutsuz olmaya da devam ederler. Fakat bunu “Mutsuzum” düzeyinde bırakamayız. Sorunun gerçekten ne olduğunu anlamak için daha derine bakmamız gerekir.
Sorunlarımızın Hakiki Sebepleri
O zaman sorunlarımızın sebeplerinin neler olduğunu keşfetmeye çalışmamız gerekir. Sorunlar basitçe, hiç sebepsiz kendi başlarına var olmazlar. Bir sebebi olması gerekir ve elbette tatmin edici olmayan bir durumun ortaya çıkmasında rol oynayan pek çok farklı düzeyde etmen bulunur. Söz gelimi, bir ilişkide kişilik çatışmaları meydana geldiğinde, buna katkıda bulunan ve işi daha da karmaşıklaştıran ekonomik etmenler – örneğin parasızlık – çocuklarla ilgili sorunlar veya başka akrabalarla sorunlar olabilir. Soruna katkıda bulunan her türlü koşul mevcut olabilir. Fakat Buddha sorunlarımızın en derin sebebini bulmak için hep daha derine inmemiz gerektiğini söylemiştir ve sorunlarımızın en derin sebebi de gerçekliğe dair zihin karışıklığımızdır.
Mutsuzuzdur veya ıstırap içindeyizdir ve tabii ki bunun bir tür sebebi vardır. Söz gelimi, son derece rahatsız edici bir biçimde hareket ediyor olabiliriz – örneğin büyük bir öfkeyle. Kimse hem öfkeli olup hem de mutlu olamaz, öyle değil mi? O halde burada mutsuzluğumuza yol açanın öfke olduğunun ve bu öfkeden bir şekilde kurtulmamız gerektiğinin farkına varmamız gerekir.
Bizi mutsuz kılan sorunumuz, sürekli endişe etmek de olabilir. Endişe son derece nahoş bir zihinsel durumdur. Kimse hem endişe edip hem de mutlu olamaz, öyle değil mi? Büyük bir Hintli Budist usta olan Shantideva demiştir ki, güç bir durumdaysanız ve durumu değiştirmek için yapabileceğiniz bir şey varsa neden endişe edesiniz? Değiştirin gitsin. Endişe etmenin bir faydası olmayacaktır. Değiştirmek için yapabileceğiniz hiçbir şey yoksa da, neden endişe edesiniz? Hiçbir işe yaramayacaktır. Endişe etmenin işe yaramazlığına dair zihnimiz karışık olduğu için endişe etmeye devam ederiz. Burada anlamak gereken, endişe etmenin hiçbir faydası olmadığıdır.
Bundan başka, bir diğer düzeyde sorunlarımız bulunur; bu da asla tatmin olmama sorunudur. Mutlaka mutlu olduğumuz zamanlar olur ama maalesef bunlar sonsuza dek sürmez ve hep daha fazlasını isteriz. Asla tatmin olmayız. En sevdiğimiz yemeği yalnızca bir kez yemekle tatmin olmayız, öyle değil mi? Onu sürekli tekrar tekrar yemek isteriz. Olur da en sevdiğimiz yemekten bir oturuşta çok fazla yersek, başta hissettiğimiz mutluluk da karın ağrısına dönüşür. O halde bu türde mutluluğa dair kafamız biraz karışıktır. Onun sadece olduğu şekliyle tadına varmak, sonsuza dek sürmeyeceğinin ve asla tatmin etmeyeceğinin farkına varmak yerine, ona sıkı sıkıya tutunup bırakmayız; böylece o mutluluğu yitirdiğimizde, çok mutsuz oluruz.
Bu, sevdiğimiz biriyle veya yakın bir arkadaşımızla beraberken onun bizi bırakıp gitmesi gibidir. Elbette bir noktada bırakıp gideceklerdir; o halde beraber olduğumuz sürenin keyfini çıkarmamız gerekir. Bazen kullandığımız çok güzel bir imge vardır. Sevdiğimiz harikulade biri yaşamımıza girdiği zaman, bu yabani bir kuşun gelip penceremize konmasına benzer. Yabani kuş gelip de penceremize konduğu zaman, bu kuşla birlikte olmanın güzelliğini yaşayabiliriz ama kuş bir süre sonra elbette uçup gidecektir çünkü özgürdür. Eğer nazik olursak, belki de kuş geri gelir. Fakat kuşu yakalayıp da kafese koyarsak, çok mutsuz olacak, belki de ölecektir. O zaman yapılacak en iyi şey kuşla birlikte geçirdiğimiz zamanın tadını çıkarmaktır. Herhangi bir sebeple, ne kadar uzun süre için olursa olsun, uçup gittiğinde ise – böyle şeyler olabilir. Kaygılanmayıp sakin olur ve taleplerde bulumazsak – “Beni asla bırakma. Sensiz yaşayamam” gibi şeyler söylemezsek – o zaman büyük ihtimalle geri gelir. Eğer böyle yapmazsak, onu yakalayıp ondan taleplerde bulunmak bizden kaçmasına yol açacaktır.
Hayattaki sıradan mutluluğumuz ve hazlarımızın tabiatına ilişkin olarak zihnimiz karışıksa, elbette sorunlarımız olur. Sahip olduğumuz mutlu zamanların tadına varamayız çünkü bunları kaybedeceğimize dair korku ve endişe duyarız. Önünde bir kap yemek duran bir köpek gibiyizdir – köpek yemeği yer ama aynı zamanda da etrafına bakınıp kimsenin gelip yemeğini elinden almadığından emin olmak için hırıldayıp durur. Sahip olduğumuzun keyfini çıkarmak ve bittiği zaman da bittiğini kabul etmekten ziyade, bazen biz de bu köpek gibi davranırız, öyle değil mi? Fakat tabii ki bu kulağa geldiği kadar basit değildir – hatta belki kulağa basit geldiği bile doğru değildir – ve alıştırma yapmayı, yaşamdaki şeyleri başka bir şekilde görmeye kendimizi alışmayı gerektirir.
Sorunlarımızın Hakiki Durdurulmaları
Buddha sorunlarımızı sonsuza dek durdurmanın mümkün olduğunu söylemiştir ve bunu yapmanın yolu da sebeplerden kurtulmaktır. Bu son derece akılcı, son derece mantıklı bir yaklaşımdır. Yakıttan kurtulursanız, ateş de sönecektir. Buddha ayrıca, bu sorunlardan bir daha asla geri gelmeyecekleri şekilde kurtulmanın mümkün olduğunu söylemiştir.
Bu sorunlardan yalnızca geçici bir süre için kurtulmakla tatmin olmak istemeyiz, değil mi? Bu yatıp uyumak gibidir – uykudayken, sorunlu ilişkiye dair bir sorununuz olmaz. O halde çözüm bu değildir çünkü uyandığınız zaman, sorun yine oradadır. Bu bir yere tatile gitmeye benzer ama eve dönmeniz gerekecektir ve döndüğünüz zaman da sorunlar yine orada durmaktadır. O zaman tatil en iyi çözüm, en derinlemesine kalıcı çözüm değildir.
Ayrıca Buddha yalnızca çenemizi kapatıp sorunlarımızı kabul etmeyi ve bunlarla yaşamayı da söylemiyordu çünkü bu da çok iyi bir çözüm sayılmaz, öyle değil mi? Zira o zaman kendimizi oldukça çaresiz hissederiz – yapacağımız hiçbir şey yoktur; o halde teslim olup denemeye bile kalkışmayız. Sorunlarımızın üstesinden gelmeye çalışmak çok önemlidir. Çok büyük bir ilerleme kaydetmesek bile, en azından denediğimizi biliriz.
Sorunlarımızı Durdurmaya Yönelik Yöntemler
Fakat bu sorunları hakiki bir biçimde durdurmak, hakiki bir biçimde sona erdirmek istiyorsak, Buddha’nın öğrettiği dördüncü gerçeği, yani en derin sebep olan zihin karışıklığımızdan kurtulmak için bir çeşit yöntem izlememiz ve bunun bir tür doğru anlayışına sahip olmamız gerektiğini düşünmemiz gerekir. Fakat, bunu sürekli hatırlamayı başaramıyorsak sebebi iyi bir şekilde anlamak yeterli olmaz; o halde konsantrasyon geliştirmemiz gerekir. Bununla beraber, söz konusu anlayışı hatırlayabilmek ve buna yoğunlaşmış olarak kalabilmeye yönelik konsantrasyonu geliştirmek için öz disipline ihtiyacımız vardır. O halde sorunlarımızın önüne geçmek için kullandığımız genel Budist yöntemleri bir disiplin, konsantrasyon ve doğru anlayış (bazen “bilgelik” de denir) süreci izlemekten ibarettir.
Buna ek olarak, sorunlarımızın en büyük sebeplerinden biri bencilliğimizdir. Bencilliğimizin büyük kısmı gerçekliğe dair zihin karışıklığından kaynaklanır çünkü bir şekilde adeta bu dünyada tek var olanın kendimiz olduğunu düşünürüz. Başkalarının var olduğunu kabul etsek bile, evrendeki en önemli kimse, evrenimizin merkezi olduğumuz açıktır. Bu yanlış kavrayıştan dolayı, “Daima benim istediğim olmalı. İstediğim şeyi daima almalıyım” diye düşünürüz ve istediğimiz olmazsa da çok mutsuz oluruz.
Fakat bu gerçekliğe dair çok karmakarışık bir görüştür çünkü bu anlamda benim özel bir tarafım yoktur. Herkesin mutlu olması, kimsenin mutsuz olmak istememesi anlamında hepimiz aynıyız; herkes istediğini elde etmek ister ve kimse istediğini elde etmemek istemez. Ayrıca bir şekilde birlikte yaşamamız gerekir çünkü birlikte yaşamaktayızdır. O halde, sorunların üstesinden gelme ve bunları engelleme yollarına başkalarına karşı sevgi ve şefkati, ilgi ve alakayı ve özveriyi de eklememiz gerekir. Aynı başkalarının bize yardımcı olmalarını istediğimiz gibi, onlar da bizim onlara yardımcı olmamızı ister.
Rahatsız Edici Duygularla Başa Çıkmak
Tabii ki herkes bir aziz ya da bodhisattva değildir, bu çok doğru. Herkes şu veya bu düzeyde zihin karışıklığına sahiptir. Zihnimizin karışık olmasından dolayı, rahatsız edici duyguların etkisi altında hareket ederiz. Söz gelimi, evrenin merkezi olduğumu ve en önemli şey olduğumu düşünüyorsam, buna eşlik eden hissiyat güvensizliktir, öyle değil mi? Zihniniz karıştığında, kendinizi güvensiz hisseder ve şöyle düşünürsünüz: “Benim en önemli kişi olmam gerekir ama insanlar bana hep o şekilde davranmıyor.” İşte bu güvensizliktir.
Kendimizi güvensiz hissettiğimiz zaman kullanabileceğimiz – kendimizi daha güvende hissetmek için deneyebileceğimiz – stratejiler nelerdir? Bunlardan biri şu şekildedir: “Etrafımda yeterince şey olursa, bir şekilde bu beni güvende hissettirecek. Yeterince para, yeterine ilgi veya yeterince sevgiye sahip olursam, bu beni bir şekilde mutlu edecek.” Fakat o zaman, gördüğümüz gibi, bu türde mutluluğun tabiatı bir şeye asla yeterince sahip olmamak, asla tatmin olmamak, hep daha fazlasını istemektir.
Bunu bir düşünün. Çok mantıklı. Gerçekten de sevdiğimizin bize yalnızca bir kez “Seni seviyorum” demesini mi istiyoruz? Bunu bir kerecik söylerse, bu bize yetecek – bize bunu bir daha asla söylemeleri gerekmeyecek, öyle mi? Bununla asla kendimizi güvende hissetmeyiz. Bunu sürekli tekrar tekrar duymak isteriz, öyle değil mi? Ayrıca “Bunu bana bir daha asla söylemen gerekmez. Biliyorum” dediğimiz noktaya da asla ulaşmayız. Demek ki açgözlü olmaktan bahsederken, bu yalnızca maddi şeyler ve paraya yönelik bir açgözlülük değildir. Aynı zamanda sevgiye ya da aşka, bilhassa da ilgiye karşı açgözlüyüzdür. Bunu küçük çocuklarda da görürüz. İşte mekanizmalardan bir tanesi budur: etrafımızda yeterince şeye sahip olursak, bu bizi güvende hissettirecektir. Bu asla işe yaramaz.
Sonraki mekanizma öfke ve itimdir: “Beni tehdit ettiğini düşündüğüm bazı şeyleri kendimden uzaklaştırabilirsem, bu beni güvende hissettirecek.” Fakat kendimizi asla güvende hissetmeyiz; sürekli tehdit altında hissederiz ve birinin hoşumuza gitmeyen bir şey yapması ihtimaline karşı sürekli tetikteyizdir – böyle bir şey yaparlarsa öfkelenir ve onları kovarız. Bu bazen oldukça kendi kendini baltalayıcı bir harekettir. Diğer kimsenin bize yeterince ilgi göstermediğini, bize yeterince zaman ayırmadığını düşündüğümüz bir ilişki örneğini düşünün; böyle hissediyorsak diğer kişiye bağırıp çağırırız. Öfkelenir ve bağırarak “Bana daha fazla ilgi göstermen gerek! Benimle daha fazla zaman geçirmelisin!” gibi sözler söyleriz. Bunun sonucunda ne olur? Genellikle bizden daha da uzağa giderler ya da bize büyük bir iyilik yapıp kısa bir süre daha bizimle beraber kalırlar ama huzursuz olduklarını hissedersiniz. Nasıl olup da birine öfkelenmenin onun bizi daha çok sevmesini sağlayacağını düşünebiliriz? Bu gerçekten saçma, öyle değil mi? Bizi daha güvende hissettirmesi umuduyla kullandığımız bu mekanizmaların pek çoğu gerçekte işleri daha da kötüleştirir.
Başvurduğumuz bir diğer mekanizma duvar örmektir. Bu naifliğe, yani sorunla bir şekilde baş etmezsek, ya sorunun var olmadığını ya da kendi başına yok olacağını düşünmeye dayanır. “Bu konuda bir kelime daha duymak istemiyorum” – bu türden bir tutuma girer ve duvar örersiniz. Fakat elbette bu naiflik durumu da işe yaramaz. Sorun basitçe görmezden gelmekle ve onu kabullenmemekle ortadan kaybolmayacaktır.
O halde bu rahatsız edici duygulara dayanarak türlü yıkıcı şekillerde davranırız. Bağırıp çağırırız. Hatta birine vururuz. “Zavallı ben, hiçbir şeyim yok” diye düşünürseniz, bunun size bir şekilde yardımı olacağını düşünerek hırsızlık yapabilirsiniz. Uzun, çok uzun seneler boyunca Hindistan’da yaşadığım zamanı düşünüyorum. Hindistan böcekler diyarıdır – hayal edebileceğiniz her türden çok ama pek çok böcek bulunur. Bunların hepsini öldürmeniz mümkün değildir; kazanmanızın yolu yoktur. Tek çözüm, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmektir. Odanızda pek çok böcekle birlikte kalmaktan hoşlanmıyorsanız, cibinlik içerisinde yatarsınız – etrafınızda cibinlik olur ve korunaklı bir alanda bulunursunuz. Bu, odanızda safariye çıkıp içerideki tüm sivrisinekleri avlamanın ve avlanacak sivrisineklerin ardı arkası kesilmediği için bütün geceyi uykusuz geçirmenin aksine, çok güzel bir çözümdür. Avlamaya kalksanız, kapının altında boşluk olduğundan veya pencereler düzgün kapanmadığından dolayı, sivrisinekler asla bitmeyecektir. Fakat yıkıcı davranma dürtüsü takıntılı bir şekilde ortaya çıkar: “Hepsinden kurtulmam lazım!”
Yıkıcı davranışın pek çok farklı biçimi bulunur. Yalan söylemek, kırıcı bir dil kullanmak, zina, tecavüz – bunların hepsi oradadır. Yıkıcı bir şekilde davrandığımız zaman, bu temelde mutsuzluk doğurur – başkaları için mutsuzluk ama bilhassa kendimiz için mutsuzluk. Düşünürseniz, Budizm öldürmemek konusunda çok kesin konuşur, öyle değil mi? O halde, burada anlaşılması gereken, sevmediğiniz herhangi bir şeyi öldürme alışkanlığı edinirseniz – örneğin sivrisinekleri – bu sizin ilk otomatik tepkiniz haline gelir, değil mi? Bu sadece öldürme meselesi de değildir. Hoşlanmadığımız bir şey söz konusuysa, bununla huzurlu bir ruh haliyle başa çıkmak yerine, ona karşı çok şiddetli bir patlama yaşarız – bu sözlü olabildiği gibi, fiziksel ya da duygusal da olabilir.
Elbette bazen öldürmeniz gerekebilir. Söz gelimi, böcekler tarladaki ekinleri yiyor olabilir; hastalık taşıyan böcekler olabilir, vb. Budizm fanatik olmak anlamına gelmez. Fakat bu konuda naif de olmamanız gerekir. Bunu öfkelenmeden veya nefret duymadan yapmaya çalışın – “Bu sıtma sivrisineklerinden nefret ediyorum!” Ayrıca bunun yol açacağı olumsuz sonuçlara dair de naif olmamanız gerekir. Basit bir örnek: Tüm sebzelerimizi ve meyvelerimizi böcekkıranla ilaçlarsak, bunu da yiyeceğimizden, hastalığa yol açabilir. O halde olumsuz yan etkiler bulunur. Burada önemli olan, çıkış noktamıza dönecek olursak, yöntemlerimizin disiplin, konsantrasyon ve sevgi ve şefkatle beslenen doğru anlayış olmasıdır.
Etik Öz Disiplin
Bu önleyici tedbirleri hayattaki sorunlardan kaçınmak için nasıl uygularız? İlk düzeyde yapmamız gereken etik öz disiplin uygulamak, yani yıkıcı bir şekilde davranmaktan kaçınmaktır. Yıkıcı bir şekilde davranmak, rahatsız edici duyguların – öfke, açgözlülük, bağımlılık, kıskançlık, naiflik, küstahlık gibi duyguların – etkisi altında davranmaktır. Bu, yıkıcı bir şekilde davranmaya meylettiğimizde, çok açık bir şekilde “Hayır, bu şekilde davranmak istemiyorum” diye karar vermek anlamına gelir.
Yaptığınız bir hatadan dolayı içimden size bağırıp çağırmak geliyorsa, bağırıp çağırmanın durumu kötüleştirmekle kalacağını bilirim. Davranışınızı düzeltmem veya yaptığınız hatayla başa çıkmam gerekebilir ama bağırıp çağırmak bunu sadece daha da kötüleştirecektir, öyle değil mi? Bilhassa size sayıp sövmenin ve küfür etmenin duruma hiçbir faydası olmayacaktır. O halde etik öz disiplin, derhal, hatta daha yıkıcı bir şekilde davranmaya başlamadan önce, takıntılı olarak yıkıcı bir şekilde davranacağımızın farkına varmak demektir. Bu şekilde davranma dürtüsü hasıl olduğunda, ayrımda bulunuruz: “Bunun hiçbir yardımı olmayacak” ve kendimizi dürtümüzü eyleme geçirmekten alıkoyarız.
Fakat burada “Öfkenizi içinizde tutun, bu sizi için için kemirmeye devam etsin ve siz de onu sonunda patlayana kadar içinizde tutmaya devam edin” demiyoruz. Yöntem bu değildir. Bununla başa çıkmayı başaramamışsak ve bu içimizde birikmeye devam etmişse – o zaman bunun başka birine patlamasına izin vermeyin. Duvara yumruk atmak ise sadece elinizi acıtmakla kalacaktır; o yüzden aptalcadır. O zaman bunu başka bir şekilde açığa vurmanız gerekir, değil mi? Yastığı yumruklayın ya da evinizin yerlerini silin – öfke ve hüsranla başa çıkmaya yönelik bu nevi bir “anne bilgeliği” yöntemine başvurmak ve yorucu bir ev işi yapmak veya uzun bir koşuya çıkmak ya da spor salonunda yoğun bir şekilde çalışmak, hüsrandan kaynaklanan bu öfkenin enerjisini atmanıza gerçekten de yardımcı olur.
Farkındalık ve Konsantrasyon
Bu şekilde davranmayı giderek daha çok alışkanlık haline getirir ve içimizden yıkıcı bir şekilde davranmak geldiği zaman, kendimizi böyle davranmaktan alıkoyarsak, burada yaptığımız şey, “ayırıcı farkındalığımızı” (Tib. shes-rab) kullanmaktır. Faydalı ve zararlı şeyler arasında ayrım yapar ve buna dayanarak, öfkeyi içimizde tutmakla kalmayıp, sükûnetimizi koruyabiliriz. O halde burada ekip biçtiğimiz şey, genellikle “farkındalık” (Tib. dran-pa) olarak tercüme edilen şeydir. Bu “ hatırlamak” anlamına gelir. Disipline tutunmaya – ne yapmak istiyorum, hayatta nasıl olmak istiyorum, yaşamımda nasıl davranmak istiyorum – buna tutunarak unutmamaya yarayan zihinsel tutkal gibidir. Bu farkındalıktır. Bu “etkin olarak hatırlama” ile aynı kelimedir.
O halde yapmamız gereken, daha uyanık olmaktır. “Buddha” kelimesi gerçekte “bütünüyle uyanık biri” demektir. Şu veya bu şekilde davranmak için hissettiğimiz duyguların neler olduğu, takıntılı bir biçimde zihinlerimize gelen dürtülerin neler olduğu konusunda uyanık olmaya çalışır ve bunların kölesi olmamaya çalışır, anlamak suretiyle, nasıl davranacağımıza karar verebileceğimizin farkına varırız. Kötü bir ruh halindeysem, bu değişebilir; bunu değiştirmek için bir şey yapabilirim.
Bazen kötü bir ruh halinde olmanın çözümü oldukça basittir. Bunun en kolay yöntemlerinden biri, “ huysuz bebeği uyutmaktır.” Kendimizi çok uzun süre uykusuz kalmış ve süreki “Ingaaa” diye ağlayan bir bebek gibi hissederiz. Genellikle kötü bir ruh halindeysek, bebek gibi oluruz. O halde biraz uzanın, kestirin ya da uyuyun. Uyandığımızda genellikle daha iyi hissederiz.
Bir kimseyle bir anlaşmazlık yaşıyorsanız ve bu çok şiddetli bir aşamaya varmaktaysa, bu durumda diğer kimsenin de sizi aslında dinlemediğini ve sizin de onu aslında dinlemediğinizi bilirsiniz. Konuşmaya son vermek – “Bunu ikimiz de sakinleştiğimizde tekrar konuşalım” – ve sakinleşmek için yürüyüşe çıkmak veya başka bir şey yapmak en iyisidir.
Bunlar çok basit yöntemlerdir. Budizm esasında bundan çok daha derin etkili yöntemler öğretir ama bu bir başlangıçtır. Gerçekten uygulamaya koyabildiğimiz yöntemleri uygulamakla başlamamız gerekir. Fakat önemli olan ilkedir ve ilke, sorunun sebebini bulmaya çalışmak ve sorunun üstesinden gelmek için bir şey yapmaktır. Sorunun kurbanı olmakla kalmayın. Bir anlamda, yaşamınızda olan bitenin kontrolünü elinize alın.
O halde, davranışlarımızda neyin faydalı neyin zararlı olduğuna dair anlayışımıza tutunabilicek farkındalığı geliştirirsek, olan bitene dikkat edebilir ve nasıl davranmak istediğimizi hatırlayıp bu şekilde davranmadığımız durumda bunu düzeltebilirsek, bedenimizle nasıl hareket ettiğimize, nasıl konuştuğumuza dair bu değişikliği yapabilirsek, bunu zihinlerimizle, düşündüklerimizle yapabilme gücünü de geliştirmişiz demektir.
Demek ki endişeli bir düşünce silsilesine, “Zavallı ben. Kimse beni sevmiyor” gibi bir düşünce silsilesine kapılmaya başladığımızda, “Hadi ama! Kendine acıma, endişe triplerine girmek istemiyorum. Bu beni yalnızca mutsuz edecek” der ve dikkatimizi tekrar daha olumlu bir şeye veririz. Sadece oturup endişe etmek yerine bedenimizle, zihnimizle yapacağımız daha pek çok olumlu şey vardır. Endişelendiğimiz zaman olduğu gibi, her şeyin ne kadar korkunç olabileceğini düşünmek yerine düşünebileceğimiz daha pek çok olumlu şey vardır zira, gördüğünüz gibi, burada geliştirmeye çalıştırdığımız şey, dikkatimiz dağıldığı zaman onu tekrar toplamaya yönelik konsantrasyondur.
Söz gelimi, biriyle konuşurken zihinimiz başka yerlere gitmeye başladığında – bunun endişe şeklinde olması gerekmez; şöyle bir şey de olabilir: “Konuşmayı ne zaman kesecek?” veya “Yemekte ne yiyeceğim?” gibi herhangi bir şey olabilir – ve diğer kimseye dikkat etmeyi bıraktığımızda ya da zihnimizde “Çok aptalca bir şey dedi” gibi yorumlar yaptığımızda, dikkatimizi toplayıp yalnızca onu dinlemeye odaklanırız.
Bu, konsantrasyonun son derece pratik bir uygulamasıdır ama disiplin gerektirir; bu disiplini de öncelikle fizisel ve sözlü davranışlarımız anlamında geliştiririz. Bu beceriyi, yani dikkatimizi toplama ve her türlü dikkat dağınıklığını düzeltme becerisini geliştirdiğimizde, bunu her türlü durumda uygulayabiliriz. Bu gerçekten de çok çok faydalıdır. Söz gelimi, bedeninizi nasıl tuttuğunuza dair farkındalık geliştirirsiniz. Bir şeye dikkat ederken örneğin omuzlarınız gerginse ve yukarı kalkıksa, boynunuz gerginse ve bunun farkına varırsanız, basitçe omuzlarınızı indirir ve rahatlatırsınız. Bu yalnızca bir dikkat etme, hatırlama ve bu konuda bir şey yapma meselesidir. Mevcut durumda son derece uygunsuz olacak bir şekilde çok heyecanlanmaya başlarsanız ve birine karşı giderek daha yüksek sesle ve daha agresif bir biçimde konuşursanız, bunun farkına varır ve değiştirirsiniz. Sakinleşirsiniz; örneğin omuzlarınızı indirirsiniz ama bunu bir enerji düzeyinde, duygusal düzeyde yaparsınız.
Bu Dharma yöntemlerini hayat içerisinde uygulamanın tüm sırrı buradadır. Yalnızca bunları anımsayın ve bunu yalnızca yapmak, uygulamak için yeterli disipline sahip olun. Bunu iyi olmak istediğiniz veya öğretmeninizi ya da başka birini memnun etmek istediğiniz için yapmazsınız. Bunu sorunlardan – güçlüklerden – kaçınmak için yaparsınız çünkü bu konuda bir şey yapmazsanız, bilirsiniz ki kendinizi mutsuz etmekle kalacaksınız; bu da hoş bir his değildir, öyle değil mi? O halde öz disiplinimizi konsantrasyon anlamında – hatta hislerimizle başa çıkmak anlamında – zihinsel alana uygulamamız gerekir. Elbette hislerle başa çıkmak meselesi daha nazik bir meseledir, çok daha güçtür. Fakat dediğim gibi, aşırı heyecanlanırsanız sakinleşmeniz mümkündür.
Doğru Anlayış
Bir konsantrasyon aracını, en azından belli bir seviyede, geliştirdiğinizde, gerçekten üzerine konsantre olmak isteyeceğiniz şey, neler olup bittiğidir. Gerçekliğe – nasıl var olduğumuza, başkalarının nasıl var olduğuna, dünyanın nasıl var olduğunda – dair türlü türlü zihin karışıklıklarımız vardır ve bu zihin karışıklığından ötürü, esasında gerçek olmayan şeylere dair çeşitli yansıtmalar yaparız, değil mi? Şöyle bir yansıtma yapabiliriz: “Ben işe yaramazın, kaybedenin tekiyim.” Şöyle bir yansıtmada da bulunabiliriz: “Dünyadaki en müthiş şey benim.” Yine şöyle bir yansıtmada da bulunabiliriz: “Zavallı ben. Kimse beni sevmiyor.” Fakat hayatımızdaki herkesi gerçekten de analiz edersek, o zaman bu annemin de beni asla sevmediği, köpeğimin de beni asla sevmediği, kimsenin beni asla sevmemiş olduğu anlamına gelir. Gerçekte böyle olması pek olası değildir.
O halde bu fantezileri yansıtır ve bunların doğru olduğuna inanırız; bu korkunçtur. Bir randevuya geç gelebileceğimize, hatta hiç gelmeyebileceğimize inanırız ve bunun önemi yoktur: “ Senin duyguların yok” deriz, değil mi? Sonra da başkalarına karşı son derece düşüncesiz oluruz. Fakat herkesin duyguları vardır, aynı benim de duygularım, hislerim olduğu gibi. Kimse görmezden gelinmek istemez. Kimse bir randevusu olduğu zaman, diğer kimsenin aramaması veya geç gelmesinden hoşlanmaz. Bunu kimse sevmez. O halde, yapmamız gereken, bu fantezilere son vermek ve söz gelimi düşüncesiz davranışlarımızın kimseye zararı olmadığı gibi saçmalıklara ilişkin yansıtmalarda bulunmayı kesmek üzere konsantrasyonumuzu kullanmaktır çünkü esasında sorunlarımızın en derin sebebi budur: “Ben evrenin merkeziyim. Daima benim istediğim olmalı. En önemli şey benim.” Bu açıkça bir fantezinin yansıtmasıdır. Kimse en önemli kişi değildir. Fakat fantezimizin gerçek olduğuna inandığımız için, bencilizdir. O halde, bencilliğin üstesinden gelmek istiyorsak, bu fanteziyi yapısöküme uğratmalı ve yansıtmayı bırakmalıyız. Evrenin merkezi benmişim ve yalnızca ben varmışım gibi gelse bile (çünkü bazen gözlerimi kapattığımda, kafamda bu sesi duyarım ve başka kimseyi görmediğim için, yalnızca benim var olduğumu sanırım), bunun bir yanılsama olduğunu unutmamalı ve buna inanmamaya çalışmalıyız: “Bu doğru değil. Yalnızca öyleymiş gibi geliyor.”
Bu anlayışı her daim muhafaza etmek, Buddha’nın dediği gibi, sorunlarımızın hakiki durdurmasını gerçekleştirmenin hakiki yoludur. Her daim doğru anlayışa sahip olsaydık, zihnimiz hiç karışmazdı. Zihnimiz karışmasaydı, öfkelenmezdik; bağlanma, açgözlülük gibi olumsuzluklarımız olmazdı. Bu rahatsız edici duygulardan hiçbirine sahip olmasaydık, yıkıcı bir biçimde davranmazdık. Yıkıcı bir şekilde davranmasaydık da, kendimiz ve başkaları için türlü türlü sorunlar doğurmazdık. Hayattaki güçlüklerle başa çıkmaya ilişkin temel Budist yöntemi budur.
Daha mutlu ilişkilerimiz olmasını istiyorsak, şunların farkına varmamız gerekir:
- Ben bir insanım. Sen bir insansın. Hepimiz aynı hislere sahibiz, vb.
- Herkesin güçlü noktaları bulunur. Herkesin zayıf noktaları bulunur. Ben de bunlara sahibim, sen de sahipsin.
- Hiç kimse Beyaz Atlı Prens veya Prenses değildir.
Sizin de masallarınızda bu imge bulunur mu? Hep kusursuz, beyaz atlı eşimizi ararız ama bu bir peri masalıdır. Gerçekte böyle bir şey yoktur ama biz bunu yansıtırız. Bu peri masalına inandığımız için, şu veya bu kimsenin prens veya prenses olduğunu zanneder, öyle davranmadıkları zaman onlara öfkenilir, hatta bazen onları reddederiz. Sonra da tanıştığımız bir sonraki olası partnerimizi prens veya prenses olarak yansıtmaya başlarız. Fakat bu prens ya da prensesi asla bulamayız çünkü yoktur.
O halde, sağlıklı ilişkilerimiz olsun istiyorsak, gerçekliği kabul etmemiz gerekir. Gerçek şudur ki, dediğim gibi, herkesin iyi noktaları ve zayıf noktaları bulunur ve bir şekilde birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerekir; kimse evrenin merkezi değildir. Her dinde veya her hümanist felsefede bulduğunuz genel öğretiler de iyi yürekli olmak, düşünceli olmak, sevecen olmak, sabırlı olmak, cömert olmak, affedici olmaktır. Her din ve her hümanist felsefe aynı şeyi öğretir; Budizm de öyle.
Aynı ilkeler iş yerindeki ilişkilerimiz için de geçerlidir. Ofiste sizinle beraber çalışan insanlara karşı nazikseniz (veya başkalarını çalıştırıyorsanız, onlara karşı nazikseniz), bütün iş daha sorunsuz gider. Bir mağazada çalışıyorsanız ve müşterilere karşı nazik ve canayakınsanız, işteki atmosfer çok daha güzeldir, öyle değil mi? Eğer kişi her yaptığı işte dürüstse – başkalarını aldatmamak, vb – yine, işler çok hem de çok daha iyi gider. Bu, kazanç elde etmeye ve geçinmeye uğraşmayacağımız anlamına gelmez ama önemli olan bu konuda açgözlü olmamaktır.
Başkaları bizi aldattığında ise – çünkü herkes bu şekilde davranmaz – o zaman zaten ne bekliyorsunuz ki? Fakat Budist bakış açısından, bu kimselerin kötü olduklarını söylemeyiz; yalnızca zihinlerinin karışık olduğunu söyleriz. Zihinleri karışıktır. Bu şekilde davranmanın kendileri için yalnızca sürekli daha fazla soruna yol açacağını anlamazlar: kimse onları sevmeyecektir. Dolayısıyla, nefret nesnesi olmaktan ziyade, şefkat nesnesidirler. Onları şefkat nesnesi olarak görür ve sabır gösterirsek, bizi aldattıklarında duygusal olarak acı çekmez ve bir daha aldanmamak için karşımıza çıkacak başkalarına karşı daha dikkati olmaya çalışırız. İnsanlardan ne bekliyorsunuz ki? Birçok kimse böyledir. Demek ki gerçek budur. Burada yapılan yansıtma herkesin dürüst olduğudur. Herkes dürüst değildir! Herkes dürüst olsa iyi olurdu ama herkes dürüst değildir. O halde en azından biz dürüst olmaya çalışabiliriz.
Budist Olmayanlar Bu Yöntemleri Kullanabilir mi?
O halde bu yöntemleri uygulamak için meditasyon ve ayinlere dayanan katı anlamda Budist ruhani yolunu mu izlememiz gerekir? Pek sayılmaz. Bütün bunları uygulamak için katı, standart bir ruhani yol izlememiz gerekmez. Kutsal Dalai Lama hep seküler etik ve insani değerlerden bahseder: iyi yürekli olmak, daha fazla farkındalık sahibi olmak, naif olmamak, fantezileri yansıtmamak, vb. Bunlar herkesin izleyebileceği genel kılavuz ilkelerdir.
Meditasyondan konuşurken ise, yalnızca oturup bu şekilde düşünmeye çalışmak, dikkatimiz dağıldığında onu toplamaya çalışmak suretiyle kendimizi bu şekilde düşünmeye alıştırma yönteminden bahsediyoruz. Bunu meditasyon yapmaya oturmak ve bir Buddha’ya veya nefesinize odaklanmak suretiyle de yapabilirsiniz ama aynı şekilde, kitap okurken, yemek yaparken, herhangi bir şeyle meşgul olurken de yapabilirsiniz. Yemek yaparken sadece yemek yapmaya odaklanın; zihniniz delice düşüncelere kaymaya başladığında ise, yalnızca dikkatinizi toplayıp tekrar yemeğe odaklanın. Bunun formel bir Budist meditasyon pratiği olması gerekmez. Kendimizi bu daha faydalı düşünme yollarına, davranış yollarına, vb alıştırmanın çok, pek çok yolu bulunur ve bunun herhangi türde bir Budist ayini veya formel bir Budist ortamı içinde gerçekleşmesi gerekmez.
O halde, sorunlardan kaçınmamıza yardımcı olan Dharma’yı – önleyici tedbirleri – uygulamanın yolu budur. Sorunuz var mı?
Sorular ve Yanıtlar
İçsel ve Dışsal Olarak Olan Bitenin Farkında Olmak
Sorunlardan kaçınmak için her daim konsantre mi olmamız gerekir?
Sorunlardan kaçınmak için sürekli konsantre olmamız gerekir mi? Bir anlamda, evet. Fakat bütün resim bundan ibaret değildir. Söz gelimi, birine bağırıp çağırmaya ve vurmaya son derece konsantre olmuş olabiliriz; o halde durum bundan ibaret değildir. Ayrıca içimizde olan bitenlerin – düşüncelerimiz, hislerimiz, vb – bilincinde olmak ve aynı zamanda etrafımızda başkalarıyla olan bitenlerin farkında olmak ve dikkat etmek anlamında da uyanık olmamız gerekir. Ailemizden biri, sevdiğimiz bir kimse veya herhangi biri eve geldiği zaman, belki de çok yorgundurlar. Buna karşı dikkatli olmanız gerekir. Bu onlarla önemli bir konuda tartışmak için iyi bir zaman değildir – yorgunlardır. Demek ki etrafımızda olan bitene karşı her daim tetikte olmak, konsantre ve odaklı olmak gerekir. Sadece kendi durumuma değil, başkalarının içinde bulunduğu duruma da dikkat etmek gerekir.
O halde yalnızca kendimizin bilincinde olup, başkalarının bilincinde olmamak gibi aşırı bir uca ya da bunun karşıt ucu olan, dikkatimizi yalnızca başkalarına verip, hiç kendimize vermeme haline kaymamalıyız. Bu da kaçınmamız gereken bir aşırılıktır. Pek çok kişide bu “hayır” diyememe sendromu vardır; bu yüzden sürekli başkaları için, aileleri ya da başka biri için bir şeyler yapmaya çalışır, böylelikle o kadar yorulur ve tükenirler ki bir anda öylece yıkılır veya içerlemeye başlarlar. Kendimizi Nasıl hissettiğimize dikkat edip, kendi ihtiyaçlarımızla ilgilenmek de önemlidir. Dinlenmemiz gerektiğinde dinleniriz. “Hayır, üzgünüm, bunu yapamam. Bu çok fazla. Bunu yapmam mümkün değil” demeniz gerektiğinde “hayır” deyin. İdeal olarak, “hayır” dediğimiz zaman, mümkünse alternatif bir seçenek sunmamız gerekir. “Fakat belki şu kişi sana yardım edebilir” gibi bir şey önerebilirsiniz.
Kısaca, gerek içsel gerek dışsal olarak, olan biten herşeye dair uyanık olun ve daha sonra doğru anlayış, sevgi ve şefkat uygulayın.
Öfkeyle Başa Çıkmak
Öfkeyle veya diğer yıkıcı duygularla başa çıkmanın bir yöntemi olarak yerleri silmekten bahsettiniz ama Budizm’in çok daha derin olan, pek çok yöntemi olduğunu da söylediniz. Bize lütfen bunlara nasıl ulaşacağımıza dair en azından bir ipucu verebilir misiniz?
Öfkeyle başa çıkmaya yönelik oldukça yüzeysel, geçici yöntemlerden – örneğin çok fazla bastırılmış öfkeniz varsa, yerleri silmek gibi ağır fiziksel işler yapmanın yardımcı olabileceğinden – bahsettiğimi ve daha derin yöntemler bulunduğuna değinmiş olduğumu söylüyor ve öfkeyle başa çıkmaya yönelik kimi bu gibi yöntemlerden bahsedip bahsedemeyeceğimi soruyorsunuz.
O zaman, biraz daha derine inersek, birine öfkelendiğimiz zaman öfkeyle başa çıkabileceğimiz düzeylerden biri, sabır geliştirmektir. Peki ama sabır nasıl geliştirilir? Bunun çok, pek çok yöntemi vardır ama bunlardan birine, örneğin “hedef türünde sabır” denir: “Ben hedef tutmasaydım, kimse vurmazdı.” Söz gelimi, sizden benim için bir şey yapmanızı isterim ama siz bunu düzgün bir şekilde yapmazsınız. Bu noktada size öfkelenmeye meylederim. Belki de o işi hiç yapmamışsınızdır bile. O halde bu kimin hatasıdır? Aslında bu benim hatamdır çünkü bunu kendim yapmaya üşendiğim için, sizden istemişimdir. O zaman zaten ne bekliyorumdur? Birinden bir şey yapmasını istediğinizde, ne beklersiniz? Diyelim ki iki yaşındaki bir çocuktan size bir fincan sıcak çay getirmesini istediniz; o da döktü. Tabii ki dökecektir. Aynı şekilde, birinden bizim için bir şey yapmasını istediğimizde ne bekleriz?
O halde, soruna yol açanın aslında tembelliğim olduğunu fark ederim. Diğer kimseye öfkelenmem. Sizden benim için bir şey yapmanızı istediğimde, bunu kendim yapmaya üşendiğim için sizden istediğimin bilincindeyimdir – ya fazlasıyla tembelimdir ya da vaktim yoktur, her neyse. Fakat önemli olan şu ki, bunu başka birisinin yapmasını istiyorsam, bunu mükemmel bir şekilde ya da benim yapacağım şekilde (ki bu da nihayetinde doğru olmayabilir) yapmalarını beklememem gerekir. Bunu yapmayı kendim üstlenir ve hata yaparsam, kendime öfkelenmek için sebep yoktur. “Kusursuz değilim – kimse kusursuz değil – o halde tabii ki hata yapacağım.” O zaman gerçeği kabul edersiniz. “Ben bir insanım; insanlar hata yapar: ben de bir hata yaptım.” Bunu düzeltebilirsem düzeltirim. Kendime öfkelenmem. Kendime öfkelenmemin bir anlamı yoktur. Düzeltebiliyorsam, düzeltmem yeterlidir. Düzeltemiyorsam da, düzeltemem, o kadar – bunu bırakıp aynı hatayı gelecekte tekrar yapmamaya çalışırım.
Öfkeyle başa çıkmanın çok daha derin bir düzeyi, kendimize ilişkin gerçekliği anlamaktır. Şu anda çok basit bir düzeyde konuşuyorum ama bu çok basit düzeyde bile faydalıdır. “Evrenin merkezi değilim. Neden hep benim dediğim olsun? Neden? Nerem hep benim dediğimin olup, başka kimsenin dediğinin olmayacağı denli özel olabilir?” Bu gibi düşüncelerle, evrendeki en önemli şey olan bu katı ve somut “ben” görüşünü yapısöküme uğratmaya başlarsınız. “Ben”in burada böylece duran şu katı ve somut şey olduğu ve daima kendi istediğimin olması gerektiği görüşüne sahip olunca, elbette istediğimiz olmadığında öfkeleniriz, öyle değil mi?
Budizm’in bizim ve herkesin nasıl var olduğuna ilişkin söyleyeceği çok şey vardır. Var olduğumuz doğrudur ama var olduğunu sandığımız bu imkansız yollarda, söz gelimi kafamda oturup konuşan ve kafamdaki sesin sahibi olan küçük bir “ben” olarak var olmayız. Böyle düşünürsek, sanki içimizdeki küçük bir “ben” sürekli konuşuyormuş, şikayet ediyormuş gibi olur: “Şimdi ne yapacağım? Ah tabii ki şunu şunu yapacağım.” Sonra da bedeniniz sanki makineymiş gibi onu hareket ettirirsiniz. Fakat bu bir yanılsamadır. İçimizde hiçbir küçük “ben” bulunmaz, öyle değil mi? Buna rağmen, ben varım – konuşurum, bir şeyler yaparım. O halde bu yansıtmalara olan inancımızdan kurtulmamız gerekir çünkü sanki gerçeklik buymuş gibi görünürler. Sanki böyleymiş gibi yaparlar. Susmayan bir ses var; o halde içeride bir yerlerde birisi konuşuyor olsa gerek.
O halde “psikoloji” dediğimiz bütün bu alana ilişkin olarak Budizm’in sunabileceği çok şey vardır.
Bedenlerimizle Çalışmak
İki sorum var. Birincisi: Bize bedenimizle çalışmakla ilgili söyleyebileceğiniz birkaç bir şey daha olabilir mi? Bedenimizi rahatlatmamız gerektiğini söylediniz ama belki yapmamız gereken başka şeyler de vardır. İkinci sorum ise: Tüm bu yansıtmaların kaynağı nedir? Söz gelimi, kafamın içinde konuşan bu kişi – neden ortaya çıkar?
Elbette fiziksel sağlık için uygulayabileceğimiz pek çok disiplin bulunur. Söz gelimi, Tibet geleneğinde bulduğunuz ve bilhassa bedendeki enerjilerin dengelenmesine dair olan Budist tıbbı. Enerjilerimiz ve genel olarak sağlığımız, beslenme rejimimizden ve davranışlarımızdan – örneğin, yeterince sıkı giyinmeden soğuğa çıkmak ve hastalanmak – son derece etkilenir. Bahsettiğimiz bu türden davranışlardır. Aşırı çalışmak da bunlara örnektir – bu tarz davranışlar sizi hasta edebilir.
Ayrıca bedenimizin durumuna dair farkındalığı da muhafaza etmeye çalışırız. İçsel olarak ne kadar sükunete sahip olursanız, sadece zihninizin içinde bulunduğu koşula ilişkin olarak değil, bedeninizin enerjisinin içinde bulunduğu koşula ilişkin olarak da o kadar dikkatli hale gelirsiniz. Söz gelimi, enerjinizin çok sinirli hale geldiğini, örneğin nabzınızın çok hızlı attığını, vb. fark ettiğinizde yapabileceğiniz çok temel şeyler vardır; sadece beslenme rejiminizi biraz değiştirmekle bile bunu yapabilirsiniz. Söz gelimi, kahve ve koyu çay içmeyi bırakabilir veya enerjinizi bastıracak daha ağır yiyecekler, örneğin yağlı yiyecekler veya peynir yemeye başlayabilirsiniz. Ayrıca kendinizi sıcak tutun; rüzgarda veya cereyanda kalmayın. Ayrıca “Bzrrrr” gibi ses çıkaran şu çok güçlü makinelerin etrafında durmayın. Bunlar enerjinizi daha da rahatsız edecektir. Sakin bir durumda kalın. Bu düzeyde pratik, böyle bir şeydir.
Tibet geleneğinin kendisi fiziksel egzersizi veya bu tarz vücut çalışmalarını örneğin Çin veya Japon Budist geleneklerinin savaş sanatlarıyla ilgili olarak yaptığı gibi vurgulamaz. Fakat kuşkusuz, farklı türde savaş sanatları – tai ci, çigong veya buna benzer sporlar – son derece faydalı olabilir. Bunlar, hareketlerinize dair farkındalık sahibi olarak konsantrasyon geliştirmeye yönelik yöntemlerdir. Tibetlilerin yaptığı fiziksel egzersizler çok daha üstü kapalı egzersizlerdir; enerji sistemleriyle savaş sanatlarında olduğundan farklı bir biçimde çalışmayı gerektirir. Bu, daha ziyade yogaya yakın bir çalışma şeklidir. O halde bedenle böyle çalışırsınız.
Kafamızdaki Sesin Kaynağı
Kafamızdaki sesin kaynağına gelince, bu zihnin tabiatına ilişkindir ve biraz daha karmaşık bir konudur. Budizm’de, zihinden bahsettiğimiz zaman, söz konusu olan belli bir şey değildir. Zihinsel faaliyetten bahsederiz ve bu zihinsel faaliyet düşünmek, görmek ve duygular hissetmekte söz konusu olan faaliyettir. Çok ama çok geniştir. Bu faaliyette olmakta olan şey, bir nevi zihinsel hologramın ortaya çıkmasıdır. Söz gelimi, bir şey gördüğümüzde, retinaya ışık vurur; bu nöronlarda elektrik dürtüler ve kimyasal tepkiler tetikler ve bunun sonucunda, bir şeyin neye benzediğine dair bir nevi zihinsel bir hologram oluşur. Fakat bu gerçekten de zihinsel bir hologramdır. Bütün bu kimyasalların ve elektrik dürtülerin sonucudur.
Bununla beraber, hologramlar sadece görsel değildir. Bu zihinsel hologramlar kelimeler gibi sesten de ibaret olabilir. Bir anda bütün bir cümleyi duymayız – her defasında küçük parçalarını duyarız – ama tüm cümleye dair zihinsel bir hologramımız vardır ve böylece ne anlama geldiğini anlarız. Aynı şekilde, duygu formunda zihinsel hologramlar, düşünce formunda zihinel hologramlar ve ayrıca sözlü ifade formunda – kafamızdaki bu ses – zihinsel hologramlar vardır. Bunlar öylece ortaya çıkar. Burada bir ölçüde idrak söz konusudur. Görmek veya düşünmek veya hissetmek de budur. Bundan ibarettir. Bu zihinsel faaliyet de kendisinden bağımsız olup onu izleyen, denetleyen ve gerçekleştiren bir “ben” olmaksızın meydana gelir. Yalnızca olur, hepsi bu. Yani, bu zihinsel hologramın bir kısmı da bu “ben” – “Bu ses benim” düşünceleridir. Düşünen kim? Düşünen benim. Düşünen sen değilsin – ben düşünüyorum. Fakat tüm bunlar bütün bu hologram sürecinin parçasıdır.
Kafamızdaki bu sesin kaynağı nedir? Bu yalnızca zihinsel faaliyetin özelliklerinden biridir. Tüm zihinsel faaliyetler illa ki bu şekilde gerçekleşmez. Bu ses sürekli konuşmaz ve solucanın sesli olarak düşündüğünden de emin değilim. Halbuki solucanın kesinlikle bir beyni, bir zihni vardır; bir şeyler görür ve bir şeyler yapar.
Aslında bu, düşündüğümüz zaman, çok ilginç bir şeydir. Bir sesin çıkardığı sesin hologramı bir iletişim biçimidir, öyle değil mi? Bu, bir düşünceyi kelimelerden oluşan zihinsel bir ses formunda ileten veya ifade eden bir tür kavramsallaştırmadır. O zaman ilginç bir soru sorabiliriz: Doğuştan sağır dilsiz olup, sese dair kesinlikle hiç bir kavrama sahip olmayan bir kimse kafasında ses duyar mı yoksa işaret diliyle mi düşünür? Bu çok ilginç bir sorudur. Bu sorunun yanıtını asla bulamadım.
O halde bahsettiğimiz ister bir ses, ister işaret dili veya solucanın nasıl düşündüğü olsun, hep aynı yanılsama söz konusudur: bunun ardında, konuşan, kumanda masasında oturan, ayrı bir “ben” vardır, gözlerden giren bilgiler ekranda görünür ve bu “ben” de elindeki mikrofona konuşup, sonra da kollarla bacakları hareket ettirmek için bir düğmeye basar. Bu tam bir yanılsamadır. Fakat “Ah, şimdi insanlar hakkımda ne düşünecek?” ve “Şimdi ne yapmam lazım?” gibi düşüncelerin nesnesi hep bu kumanda masasında oturan bu tür bir “ben”dir. Bizim kafaya taktığımız da kumanda masasında duran bu “ben”dir.
Bu “ben”in bir yanılsama olduğunu fark ettiğimizde, endişelenecek bir şey kalmaz. Konuşuruz, hareket ederiz. Elbette bu benimdir: konuşurum, hareket ederim. İnsanlar da bundan hoşlanmazsa hoşlanmazlar. Ne olmuş? Buddha da herkesi memnun etmiyordu. Buddha’yı da herkes sevmezdi; o halde kendimden ne bekliyorum ki? Yalnızca anlayış, sevgi ve şefkat kullanır ve hareket ederiz. Hepsi budur. “Şimdi benim hakkımda ne düşünecekler?” diye endişe etmeyiz. Bunu yapmak, söylemek kadar kolay değildir.
Başkaları Öfkelendiğinde Kendimizi Kontrol Etmek
Bir başkası bize öfkelendiğinde kendimizi nasıl kontrol ederiz?
Temelde, o kimsenin küçük bir çocuk gibi olduğunu görürüz. İki yaşındaki çocuk bize öfkelendiğinde, ona “Yatağına git” dediğimiz için bize “Senden nefret ediyorum. Çok korkunçsun” diyip de yaygara kopardığı zaman, öfkeleniyor muyuz? Tabii, öfkelenenler olabilir ama sadece iki yaşında bir çocuktan bahsediyoruz; ne bekliyorsunuz ki? Çocuğu teskin etmeye çalışırsınız. Aynı iki yaşında bir çocuğa karşı olacağınız gibi, nazik olun. Şöyle düşünün: İki yaşındaki bir çocukla nasıl baş edersiniz? Genellikle, iki yaşındaki bir çocuk çok fena bir şekilde davranıyorsa, onu kucağınıza alıp ona şefkatle sarıldığınızda sakinleşir, öyle değil mi? Ona bağırıp çağırmak sadece daha çok ağlamasına yol açar. Yani insanlar da aynı böyledir – koca bebeklerdir.