(1) Tüm sınırlı varlıkları, yüce amaca varmak için, el üstünde tutayım her dem ne kadar üstün olduklarını bilerek dilek gerçekleştiren mücevherlerden.
Biz kendimiz ve diğer tüm varlıklar mutlu olmak ve acılardan bütünüyle özgür olmak isteriz. Bu konuda hepimiz tamamen eşitiz. Bununla beraber, her birimiz yalnızca bir kişi olduğumuz halde, diğer varlıklar sonsuz sayıdadır.
Düşünmek gereken iki tutum vardır: bencilce yalnızca kendimizi el üstünde tutma tutumu ile başkalarını el üstünde tutma tutumu. Kendini el üstünde tutma tutumu bizi dışarıya son derece kapalı hale getirir. Müthiş önemli olduğumuzu düşünürüz ve başlıca arzumuz kendimizin mutlu olması ve işlerimizin iyi gitmesidir. Fakat bunu nasıl gerçekleştireceğimizi bilemeyiz. Esasında, kendimizi el üstünde tutarak hareket etmek bizi asla mutlu edemez. Öte yandan, başkalarını el üstünde tutma tutumuna sahip olanlar diğer tüm varlıkları kendilerinden çok daha önemli kabul eder ve başkalarına yardım etmeye her şeyden daha çok değer verirler. Bu şekilde hareket etmek suretiyle, kendileri de ister istemez mutlu olmuş olurlar.
Söz gelimi, başkalarına yardım etmeyi veya hizmet etmeyi içtenlikle gözeten politikacılar tarihte saygıyla anılırken, başkalarını sömüren ve onlara kötülük yapanlar korkunç kişilikler olarak tarihe geçerler. Din, gelecek yaşamlar ve nirvana konusunu şimdilik kenara koyacak olursak, bu yaşamda dahi, bencil kişiler benmerkezci eylemleri yüzünden kendi üzerlerinde olumsuz etkiler toplarlar. Buna karşın, içtenlikle bütün yaşamlarını ve enerjilerini kendilerini hiçe sayarak yoksullara, muhtaçlara ve çaresizlere adayan Rahibe Teresa gibi kimseler, yaptıkları asil işlerle daima baş tacı edilirler. Kimsenin onlar hakkında söyleyecek olumsuz bir sözü yoktur.
O halde bu, başkalarını el üstünde tutmanın sonucudur: ister istemez akrabamız olmayanlar bile bizi sever, bizimle mutlu olur ve bize karşı sıcak hislerle dolarlar. Başkalarının yüzlerine karşı daima güzel şeyler söyleyen ama arkalarını döner dönmez haklarında atıp tutan bir kimseysek, elbette kimse bizi sevmeyecektir. O halde, bu yaşamda bile, başkalarına olabildiğince çok yardım etmeye çalışır ve mümkün olduğunca az bencilce düşünceye sahip olursak, büyük mutluluk yaşarız.
Ömrümüz çok uzun sayılmaz; en fazla yüz yıldır. Yaşamımız boyunca iyi ve sıcak kalpli olmaya, başkalarının iyiliğini ve refahını düşünmeye, daha az bencil ve daha az öfkeli olmaya çalışırsak, bu harikulade, müthiş bir şey olacaktır. Mutluluğun gerçek sebebi budur. Bencillikle daima kendimize öncelik verip başkalarını ikinci sıraya atarsak, bunun gerçek sonucu yaşamda bizim sonuncu gelmemiz olacaktır. Kendimizi zihinsel olarak son sıraya koymak ve başkalarını öncelikli görmek ise yaşamda önde bitirmenin yoludur. O halde gelecek yaşamı veya nirvanayı dert etmeyin; bunlar zamanla olacaktır. Eğer bu yaşam içerisinde iyi ve sıcak kalpli olur, bencil olmamayı başarırsak, iyi bir dünya yurttaşı oluruz.
Budist, Hristiyan veya komünist olmamızın bir önemi yoktur; önemli olan insan olduğumuz sürece, iyi insanlar olmamız gerektiğidir. Budizm’in öğrettiği budur; tüm dünya dinlerinin mesajı da budur. Bununla beraber, Budizm’in öğretileri bencilliği yok etmeye ve başkalarını el üstünde tutma tutumunu gerçekleştirmeye ilişkin tüm yöntemlere sahiptir. Söz gelimi, Shantideva’nın muhteşem metni Bodhisattva Davranışına Haiz Olmak (İng. Engaging in Bodhisattva Behavior), Bodhicharyavatara bu konuda son derece faydalıdır. Bizzat kendim de pratiklerim için bu kitabı rehber alıyorum; bu fevkalade faydalı bir kitaptır.
Zihnimiz çok kurnazca çalışır; ona hakim olmak oldukça güçtür. Fakat sürekli çaba gösterir, yorulmak bilmeden mantıksal akıl yürütme ve titiz analizlerle çalışırsak, zihnimizi kontrol edebilir ve daha iyiye doğru geliştirebiliriz.
Bazı Batılı psikologlar öfkemizi bastırmayıp dışa vurmamız gerektiğini söylerler. Hatta derler ki esasında öfkeyi pratik etmek gerekir! Ne var ki burada dışa vurulması gereken zihinsel sorunlar ile dışa vurmamanın daha iyi olduğu sorunlar arasında bir ayrım yapmamız gerekir. Bazen hakikaten haksızlığa uğradığımız takdirde sorunumuzun bizi için için yemesine izin vermek yerine onu dışa vurmamız doğru olabilir. Fakat bunu öfkeyle dışa vurmak hiçbir zaman doğru değildir. Öfke gibi rahatsız edici olumsuz duyguları beslersek, bunlar kişiliğimizin parçası haline gelir. Öfkeyi her dışa vurduğumuzda, onu yeniden dışa vurmak kolaylaşır. Bunu sürekli daha fazla yapar ve sonunda tamamen kontrolden çıkmış bir sinir küpüne dönüşürüz. O halde, zihinsel sorunlar bağlamında, şüphesiz ki doğru bir şekilde dışa vurulanlar olduğu gibi, doğru bir şekilde dışa vurulmayanlar da vardır.
Başta, rahatsız edici duyguları kontrol etmeye çalıştığımızda, bunu yapmak güçtür. İlk gün, ilk hafta, ilk ay onları pek iyi kontrol edemeyiz. Fakat sürekli çaba göstermek suretiyle, olumsuzluklarımız zamanla azalacaktır. Zihinsel gelişimde ilerleme kaydetmek ilaç almakla veya başka kimyasal maddelerden medet ummakla olmaz; zihne hakim olmaya bağlıdır. Dolayısıyla, dileklerimizi gerçekleştirmek istiyorsak, bunlar ister geçici ister nihai olsun, zihnimizi kendini el üstünde tutma tutumuna sahip olmayacak şekilde kontrol etmemiz gerekir. Bunu yapmak için, dilekleri gerçekleştiren mücevherlerden çok daha ziyade diğer varlıklara güvenmemiz gerekir. Diğer bir deyişle, diğer varlıkları daima her şeyden daha fazla el üstünde tutmalıyız çünkü başkalarını el üstünde tutma tutumu dileklerimizi gerçekten yerine getirecek olan tutumdur.
Bütün amacı zihnimizi geliştirmek mi yoksa gerçekten başkalarına yardım edecek bir, her ikisi de önemlidir. Öncelikle, saf bir motivasyonumuz yoksa, ne yaparsak yapalım, yaptığımız şey tatmin edici olmayabilir. Dolayısıyla, ilk olarak yapmamız gereken şey saf bir motivasyon geliştirmektir. Fakat başkalarına yardım etmek için gerçekten bir şey yapmadan önce bu motivasyonun tamamen gelişmesini beklememize gerek yoktur. Elbette, başkalarına mümkün olan en etkili şekilde yardımcı olabilmek için, tam ve eksiksiz aydınlanmış Buddha olmamız gerekir. Başkalarına engin ve kapsamlı yollardan yardımcı olmak için, bir arya bodhisattva zihninin bhumi seviyelerinden birine erişmiş – yani boşluğun kavramsal olmayan idrakine sahip – olmamız ve duyu ötesi algı güçlerini geliştirmiş olmamız gerekir. Yine de başka pek çok düzeyde de yardımda bulunabiliriz. Daha bu vasıfları gerçekleştirmeden önce bile bodhisattva gibi davranmaya çalışabiliriz. Fakat, doğal olarak, eylemlerimiz onlarınki kadar etkili olmayacaktır.
Dolayısıyla, gereken tüm vasıfları kazanmayı beklemeksizin, iyi bir motivasyon sahibi olabilir ve bununla birlikte başkalarına elimizden geldiğince iyi bir şekilde yardım etmeye çalışabiliriz. Bu daha dengeli bir yaklaşım olup, yalnızca kendimizi bir yere kapatıp meditasyon ve zikir pratikleri yapmaktan daha iyidir. Kuşkusuz, bu durum büyük oranda bireye bağlıdır. Ücra bir yere kapanarak belli bir süre dahilinde kesin idraklere varabileceğimiz konusunda kendimize inanıyorsak, bu farklı bir şeydir. Belki de zamanımızın yarısını aktif çalışmalarda bulunarak, diğer yarısını da meditasyon pratik ederek geçirebiliriz.
(2) Ne zaman biriyle olsam, kendimi ondan aşağı bileyim başkalarını, kalbimin en derininden, kendimden kıymetli göreyim.
Kimle olursak olalım, genellikle “Ondan daha güçlüyüm,” “Ondan daha güzelim,” “Ondan daha akıllıyım,” “Ondan daha zenginim,” “Ondan çok daha iyi nitelikliyim,” vs. gibi şeyler düşünürüz. Kibirlenip dururuz. Bu iyi bir şey değildir. Bunun yerine, daima mütevazı olmamız gerekir. Başkalarına yardım ederken ve hayır işlerinde bulunurken bile, herkese tepeden bakarak kendimizi zayıfları kollayan müthiş koruyucular olarak görmemeliyiz. Bu da kibirdir. Bundan ziyade, bu gibi faaliyetleri büyük bir alçakgönüllülükle yapmalı ve insanlara hizmet ettiğimizi düşünmeliyiz.
Kendimizi örneğin hayvanlarla kıyasladığımızda, “İnsan bedenine sahibim” veya “Ruhani bir kimseyim” diye düşünüp, kendimizi onlardan çok daha yüksek görebiliriz. Belli bir bakış açısından, insan bedenine sahip olduğumuzu ve Buddha’nın öğretilerini pratik ettiğimizi, bu sebeple de böceklerden çok daha iyi olduğumuzu söylemek mümkündür. Fakat başka bir açıdan da böceklerin son derece masum olup hilekarlıktan muaf olduklarını, oysa ki bizim genellikle amacımıza ulaşmak veya durumumuzu iyileştirmek için yalan söyleyip hileli yollara başvurmak suretiyle kendimizi olduğumuzdan farklı gösterdiğimizi de söyleyebiliriz. Bu bakış açısından, böceklerden çok daha beter olduğumuzu söylememiz gerekir zira onlar olduklarından farklı bir şeymiş gibi yapmaksızın işlerine güçlerine bakarlar. Tevazu alıştırması yapmanın yöntemlerinden biri budur.
(3) Ne yaparsam yapayım, zihnimin akışını bileyim, görüşler veya rahatsız edici duygular doğduğu anda, beni ve başkalarını güçten düşürdüklerinden, kuvvetli araçlarla önlerine çıkıp onları defedeyim.
Zihnimizi çok bencil olduğumuz ve başkalarını dışlama pahasına kendimizle meşgul olduğumuz zamanlarda incelersek, bu davranışın kökünde rahatsız edici duyguların ve olumsuz tutumların yattığını görürüz. Bunlar zihnimizi şiddetli bir biçimde rahatsız ettiklerinden, onların etkisi altına girdiğimizi fark ettiğimiz anda onlara karşı bir panzehir uygulamamız gerekir.
Tüm rahatsız edici duyguların ve tutumların genel olarak karşıt gücünü teşkil eden şey, boşluk üzerine meditasyondur. Fakat ayrıca spesifik tutumlara ilişkin olarak bizlerin, yeni başlayanlar olarak, uygulayabileceğimiz panzehirler de bulunur. Dolayısıyla, bağımlılık için çirkinlik üzerine meditasyon yaparız; öfke için, sevgi üzerine; naiflik için, birbirine bağlı ortaya çıkma durumu üzerine; pek çok rahatsız edici düşünce için de, nefes ve enerji rüzgarları üzerine meditasyon yaparız.
Şeylere karşı bağımlılık geliştiririz çünkü onların çok çekici olduklarını düşünürüz. Onları itici veya çirkin olarak görmeye çalışmak buna ilişkin bir karşı eylem oluşturur. Söz gelimi, bir başkasının bedenine bağlanabilir, onun vücudunu çok çekici bir şey olarak görebiliriz. Bu bağımlılığı analiz etmeye başladığımızda, bunun onun salt tenini görmeye dayandığını görürüz. Oysa ki bize çok güzel görünen bu bedenin doğası onu oluşturan etin, kanın, kemiklerin, derinin, vs. doğasıdır.
O halde insan derisini analiz edelim: kendimizinkini ele alalım. Bir parçası soyulsa ve soyulan parçayı birkaç günlüğüne evde bir rafın üzerinde bekletsek, gerçekten tiksindirici bir şeye dönüşür. Tenin doğası budur. Bedenin bütün parçaları aynıdır. İnsan etinde güzellik yoktur. Hatta biraz kan gördüğümüzde bu bizi korkutabilir de; bağımlılık hissetmeyiz. Çok güzel bir yüz bile – orası burası kaşınıp çizildiğinde hiçbir güzelliği kalmaz. O halde fiziksel bedenin doğası esasında çirkinliktir. İnsan kemikleri, iskelet, bunların hepsi iticidir. Çapraz kemikler ve kurukafa işareti son derece olumsuz çağrışımlara sahiptir, öyle değil mi?
O halde bağımlılık veya – hasretle arzulamak ve bağımlılık şeklindeki olumsuz anlamlarıyla aldığımız – aşk hissettiğimiz bir şeyi bu şekilde analiz ederiz. Daha ziyade nesnenin çirkin yönünü düşünün; karşınızdaki kişinin veya şeyin doğasını bu açıdan analiz edin. Bu bizim bağımlılığımızı tam olarak kontrol altına almasa da, an azından bir parça hafifletmeye yardımcı olacaktır. Şeylerin çirkin yönüne bakma alışkanlığı geliştirmenin ve çirkinlik üzerine meditasyon yapmanın amacı budur.
Diğer türdeki sevgi veya iyilik “Şu veya bu kişi çok güzel; bu yüzden ona hayranım ve ona iyi davranacağım” şeklindeki bir akıl yürütmeye dayanmaz. Saf sevginin temeli, “Karşımdaki kişi mutlu olmak isteyen, acı çekmek istemeyen ve mutlu olmaya hakkı olan canlı bir varlık. Buna dayanarak, onun için sevgi ve şefkat duyuyorum” demektir. Bu türdeki sevgi, naifliğe ve cehalete dayanan ve dolayısıyla sağlam olmayan ilkinden bütünüyle farklıdır.
Sevgi dolu şefkatin nedenleri sağlamdır. Bağımlılıktan ibaret bir sevgi söz konusu olduğunda, nesnedeki en ufak değişim, örneğin en ufak tutum değişikliği, anında bizim de değişmemize yol açar. Bunun sebebi duygumuzun son derece yüzeysel bir dayanağı olmasıdır. Örneğin yeni evli bir çifti ele alalım. Genellikle birkaç haftanın, ayın veya yılın sonunda söz konusu çift birbirine düşman olur ve nihayetinde boşanır. Birbirlerine fena halde âşık olarak evlenmişlerdir – kimse nefret sebebiyle evlenmez – ama çok geçmeden her şey değişmiştir. Neden? İlişkinin yüzeysel temelinden dolayı; bir kişideki küçük bir değişim diğerinin tutumunun tamamen değişmesine yol açmıştır.
“Karşımdaki de benim gibi insan. Şahsen ben elbette mutlu olmak isterim; dolayısıyla, o da mutlu olmayı istiyordur. Canlı bir varlık olarak, mutlu olmaya hakkım var; aynı sebeple karşımdakinin de mutlu olmaya hakkı var” diye düşünmemiz gerekir. Bunun gibi sağlam bir akıl yürütme saf sevgi ve şefkati doğurur. Böylece, karşımızdakine ilişkin görüşümüz nasıl bir değişime uğrarsa uğrasın; örneğin iyiyken kötü, sonra da çirkin olduğunu düşünsek de, hâlâ temelde aynı canlı varlık olarak kalır. Dolayısıyla, sevgi dolu şefkat göstermemizin esas sebebi her daim orada olduğundan, karşımızdakine yönelik hislerimiz de daima kararlıdır.
Hiç kuşku yok ki bağlandığımız biriyle birlikte olmaktan veya bağlı olduğumuz nesnelerle haşır neşir olmaktan belli bir haz duyarız. Fakat Nagarjuna’nın Kıymetli Hazine’de (Ratnavali, İng. Precious Garland) (169) dediği gibi,
Kaşınan yeri kaşımak elbette ki haz verir, ama hiç kaşınmamak bundan daha zevklidir. Keza, dünyevi zevklerin tatmini de haz verir, ama hiç arzulamamak bundan daha zevklidir.
Öte yandan, öfkenin panzehiri de sevgi üzerine meditasyondur zira öfke, sevgiyle yumuşatılması gereken çok sert ve kaba bir zihin durumudur.
(4) Olumsuzluklara ve ağır sorunlara yenilmiş, kendiliğinden zalim varlıkları ne zaman görsem, zor bulunan onları mücevher bulmuş gibi, el üstünde tutabileyim.
Doğası itibarıyla son derece zalim, kaba, fena ve itici bir kimseyle karşılaşırsak, genellikle tepkimiz ondan kaçmak olur. Bu gibi durumlarda, başkalarına yönelik sevecen ilgimizin azalması muhtemeldir. Karşımızdakinin ne kadar kötü kalpli olduğunu düşünerek başkalarına olan sevgimizin zayıflamasına izin vermek yerine, onu özel bir sevgi ve şefkat nesnesi olarak görmemiz ve adeta bulunması zor, kıymetli bir hazineyle karşılaşmışız gibi el üstünde tutmamız gerekir.
(5) Diğerleri, hasetten, bana haksızlık yaparsa azarlayarak, hakaretlerle ve başka şeylerle, yenilgiyi üstleneyim de zaferi başkalarına vereyim.
Bir kimse bize hakaret eder, kötü davranır veya beceriksiz olduğumuzu ve hiçbir şey bilmediğimizi söyleyerek bizi eleştirirse, küplere binip onun söylediklerini tartışmaya kalkışabiliriz. Bu şekilde tepki göstermemeye çalışmamız gerekir. Bunun yerine, tevazu ve hoşgörüyle, bu haşin sözleri kabul etmemiz gerekir.
Yenilgiyi üstlenip zaferi başkalarına vermek konusundaki nasihate gelince, iki türdeki durumu birbirinden ayırmamız gerekir. Bir yandan kendi iyiliğimizi ve refahımızı kafaya takmışsak ve son derece bencil bir motivasyonumuz varsa, hayatımız pahasına bile olsa, yenilgiyi kabullenmemiz ve zaferi karşımızdakine vermemiz gerekir. Fakat öte yandan, başkalarının iyiliğinin ve refahının söz konusu olduğu bir durum varsa, çok çalışmamız ve başkalarının hakları için savaşmamız, yenilgiyi kesinlikle kabul etmememiz gerekir. Sonuç itibarıyla, kırk altı ikincil bodhisattva yemininden bir tanesi, bir kimsenin çok zararlı bir şey yaptığı durumlarda, tüm barışçıl yöntemler boşa çıkarsa, karşımızdakinin eylemlerine derhal son vermek için sert yöntemler kullanmaktan veya başka ne gerekiyorsa yapmaktan kaçınmamaktır. Diğer bir deyişle, imkanımız varken sert bir biçimde davranmazsak, o yemini ihlal etmiş oluruz.
Bu bodhisattva yemini ile yenilgiyi kabullenip zaferi başkalarına vermek gerektiğini söyleyen beşinci dörtlüğün birbiriyle çeliştikleri düşünülebilir ama bu doğru değildir. Bodhisattva kaidesi birincil meselemizin başkalarının iyiliği ve refahı olduğu durumlara ilişkindir: bir kimse son derece zararlı ve tehlike bir şey yapıyorsa, bunu durdurmak için gerekirse sert tedbirlere başvurmamak yanlıştır.
Bugünlerde çok rekabetçi toplumlarda sık sık sert savunma eylemlerine veya benzer eylemlere başvurmak gerekmektedir. Fakat bunların ardındaki motivasyon bencilce düşünceler değil, başkalarına karşı engin iyilik ve şefkat hisleri olmalıdır. Başkalarını olumsuz karma yaratmaktan kurtarmak için bu gibi hislerle hareket edersek, bu tamamıyla doğrudur.
Bazen yanlış bir şey gördüğümüzde sert bir eylemde bulunmak zorunlu olabilir ama bu gibi kararlar için kimin hükmüne güveneceğiz? Bu karmaşık bir konudur. Yenilgiyi üstlenmeyi düşündüğümüzde, zaferi başkalarına vermenin onlara nihai olarak mı yoksa geçici bir fayda mı sağlayacağını görmemiz gerekir. Ayrıca yenilgiyi üstlenmemizin gelecekte başkalarına yardımcı olma becerimiz veya gücümüz üzerindeki etkisini de dikkate almamız gerekir. Üstelik, şimdi başkalarına zarar verici bir şey yapmak suretiyle, uzun vadede başkaları için müthiş faydalı şeyler yapmamıza olanak verecek büyük miktarda olumlu güç veya liyakat yaratmamız da olasıdır. Bu da göz önüne almamız gereken bir diğer etmendir.
Shantideva’nın Bodhisattva Davranışına Haiz Olmak’ta (V 83-84) dediği gibi:
Vermek ile diğer geniş kapsamlı tutumları pratik edeceğim hepsi birbirinden daha yüce tutumlar olarak. Daha küçük olanın pahasına asla gözden çıkarmayacağım daha büyüğü: En önemlisi de, başkalarının faydasını gözeteceğim.
Böyle olduğunun idrakiyle, daima başkalarının faydasına çalışacağım. Öngörülü Şefkatli Olan, olanaklı kılmıştır böyle (bir bodhisattva) için, (başkalarına) yasak olanı.
Diğer bir deyişle, normalde yasak olan bir eylemi gerçekleştirmenin sağlayacağı faydaların onun olumsuzluklarından daha ağır basıp basmadığını hem yüzeysel hem de derinlemesine olarak incelememiz gerekir. Bazen bunu bilmek kolay olmadığında, motivasyonumuzu kontrol etmemiz gerekir.
Aynı şekilde Shantideva da Alıştırmalar İncelemesi’nde (Shiksasamuccaya, İng. Compendium of Trainings) normalde yasak olup bodhichitta ile yapılan bir eylemin aynı eylemi bu gibi motivasyon olmaksızın yapmanın olumsuzluklarından ağır bastığını söyler.
Bu fevkalade önemli olmakla beraber, bazen yapmak gereken şeyle yapmamak gereken şey arasındaki çizgi son derece ince olabilir. Dolayısıyla, bu gibi şeyleri açıklayan metinleri etüt etmemiz gerekir. Daha düşük metinlerde, belli eylemlerde bulunmanın yasak olduğu; daha yüksek metinlerde ise bu aynı eylemleri yapmaya izin verildiği söylenecektir. Bütün bunları ne kadar çok öğrenirsek, herhangi bir durumda ne yapacağımıza karar vermek de o kadar daha kolay olacaktır.
(6) Bir kimse, yardım ettiğim ve çok şeyler beklediğim, bana müthiş bir haksızlıksa zarar verirse eğer, onu kutsal öğretmenim gibi göreyim.
Normalde büyük bir yardımda bulunduğumuz kimselerin bize çok minnettar kalmasını bekler ve nankörlük ederlerse de çoğunlukla öfkeleniriz. Bu gibi durumlarda, canımızı sıkmamamız, bunun yerine sabır pratik etmemiz gerekir. Üstelik bu gibi kimseleri sabrımızı sınayan öğretmenler olarak görmeli ve dolayısıyla onlara saygıyla muamele etmeliyiz. Bu kıtada Shantideva’nın Bodhisattva Davranışına Haiz Olmak eserindeki sabır üzerine öğretilerin tümü özetlenmektedir.
(7) Hulasa, tüm annelerime, hem gerçek hem dolaylı, fayda ve neşe veren her şeyi sunayım; hem de tüm dert ve elemlerini gizli saklı alayım.
Bu kıtada başkalarının tüm acılarını kendi üzerimize alma ve güçlü şefkat ve sevgi motivasyonuyla, tüm mutluluğumuzu onlara verme pratiğinden bahsedilmektedir.
Bizzat kendimiz de mutlu olmak ister, acı çekmek istemeyiz ve diğer tüm varlıkların da aynı şekilde hissettiğini görebiliriz. Aynı şekilde, diğer varlıkların acılarla dolu olduklarını ama kendilerini bundan nasıl kurtaracaklarını bilmediklerini de görebiliriz. Buna dayanarak, onların tüm acılarını ve olumsuz karmalarını kendi üzerimize alma niyetini geliştirir ve bunların derhal bizim üzerimizde olgunlaşmaları için dua ederiz. Aynı şekilde, diğer varlıkların aradıkları mutluluktan yoksun oldukları ve bunu nasıl bulacaklarını bilmedikleri de çok açıktır. O zaman, bir nebze olsun cimrilik yapmadan, tüm mutluluğumuzu – bedenimizi, iyilik ve refahımızı ve olumlu karmik gücümüzü – onlara sunar ve bunun derhal onlar üzerinde olgunlaşması için dua ederiz.
Elbette başkalarının acılarını gerçekten üstlenebilmemiz ve mutluluğumuzu onlara gerçekten verebilmemiz neredeyse imkansızdır. Varlıklar arasında bu gibi bir aktarım meydana gelirse eğer, bunun sebebi geçmişten gelen çok güçlü bir kesintisiz karmik bağlantıdır. Bununla beraber, bu meditasyon zihnimizde cesaret geliştirmenin çok güçlü bir yöntemi olup, dolayısıyla son derece faydalı bir pratiktir.
Geshe Chekawa, Yedi Noktalı Zihin Eğitimi (İng. Seven-Point Mind Training) der ki, “Dönüşümlü olarak hem vermek hem almak konusunda alıştırma yapın, bu ikisini nefesinizde birleştirin.” Bu noktada, Langri Tangpa bunun gizli saklı bir biçimde yapılması gerektiğini belirtir. Shantideva da Bodhisattva Davranışına Haiz Olmak’ta (VIII 120) aynısını söyler:
Böylece, kim ki emin istikamet vermek ister kendisine ve başkalarına, süratle, en kutsal sırrı pratik etmelidir: kendinin yerine başkalarını koyma.
Bu pratiğe “sır” veya “gizli” denir çünkü yeni başlayan bodhisattvaların zihinleri için uygun değildir: yalnızca birkaç üstün uygulayıcıya yöneliktir.
Shantideva, Bodhisattva Davranışına Haiz Olmak (VIII 126cd) eserinin başka bir yerinde şöyle der: “ Başkalarının amaçları için kendime eziyet ederek, tüm ihtişamlara erişirim.” Buna karşın, Kıymetli Hazine’de (11) Nagarjuna şöyle der: “Dharma (pratiği) yalnızca bedene eziyet etmekten geçmez.” Bu sözler kafamızı duvarlara vurmamız veya buna benzer bir şey yapmamız gerektiği anlamına gelmez. Shantideva k kuvvetli kendini el üstünde tutma düşünceleri hasıl olduğunda, bunları hafifletmek için kendimizle çok kararlı bir biçimde mücadele etmemiz ve sert yöntemlere başvurmamız gerektiğini söylemektedir. Diğer bir deyişle, kendini el üstünde tutan zihnimize zarar vermemiz gerekir.
Kafayı tamamıyla kendi iyiliğine ve refahına takmış olan “ben” ile aydınlanmaya erişecek olan “ ben”i net bir şekilde birbirinden ayırt etmemiz gerekir. Arada büyük bir fark vardır. Ayrıca, Shantideva’nın bu dörtlüğünü ondan önce ve sonra gelen dörtlükler bağlamında görmemiz gerekir.
“Ben” pek çok farklı şekillerde tartışılır: hakikaten var olan bir “ben” kavramaya ve elde etmeye çalışmak vardır; bir “ben” bağlamında kendini el üstünde tutma tutumu vardır; durumlara başkalarının bakış açılarından bakarken ilişkilendiğimiz “ben” vardır; vs. Kendilik veya “ben” tartışmasını bu farklı bağlamlarda değerlendirmemiz gerekir.
Bu eğer başkalarına gerçekten fayda sağlayacak, tek bir sınırlı varlığa bile faydası olacaksa, üç samsarik varoluş düzleminin acılarını üstlenmemiz veya cehennemlerden birine gitmemiz doğru olacaktır ve bunu yapacak cesareti geliştirmemiz gerekir. Tüm sınırlı varlıklar uğruna aydınlanmaya erişmek için, en düşük cehennem alemi olan Avichi’de sayılması imkansız çağlar geçirmeye hazır olmamız ve bundan mutluluk duymamız gerekir. Başkalarını etkileyen kötülükleri kendi üzerimize almakla kastedilen budur.
Önemli olan cehennem alemlerinden birine gitmeye hazır olma cesaretini geliştirmektir; bu, oraya gerçekten gitmemiz gerektiği anlamına gelmez. Kadampa Geshe Chekawa ölürken, ansızın öğrencilerini çağırıp onlardan kendisi için özel sunularda bulunmalarını, törenler yapıp dualar etmelerini istemiş çünkü pratiği başarısızlığa uğramışmış. Öğrencileri çok üzülmüş çünkü korkunç bir şey olmak üzere olduğunu düşünmüşler. Fakat Geshe demiş ki, bütün hayatı boyunca başkalarının faydası uğruna cehennemlerde doğmak için dua ettiği halde, şimdi onu neyin beklediğine dair saf bir vizyona ulaşmış. Cehennem alemleri yerine saf bir diyarda yeniden doğacakmış ve üzüntüsünün sebebi de buymuş.
Aynı şekilde, başkalarının faydası uğruna en kötü alemlerde yeniden doğmayı güçlü ve samimi bir şekilde dilersek, bunun karşıt sonucunu getiren müthiş miktarda olumlu güç biriktiririz. Bundan dolayı daima derim ki, bencil olacaksak, bilgece bencil olmalıyız. Dar görüşlü bencillik bizi aşağı çeker; oysa bilgece bencillik bizi Buddhalığa götürür. Bu gerçekten bilgeliktir!
Maalesef genellikle ilk yaptığımız şey Buddhalığa bağlanmaktır. Metinlere baktığımızda, Buddhalığa erişmek için bodhichitta sahibi olmamız gerektiğini ve o olmaksızın aydınlanmaya erişemeyeceğimizi anlarız. Böylece, elimizde olmadan “Buddhalığa erişmek istiyorum; öyleyse bodhichitta pratik etmem gerek” diye düşünürüz. Esasında burada asıl derdimiz bodhichittadan ziyade Buddhalığın kendisidir. Bu kesinlikle yanlıştır. Bunun aksini yapmamız gerekir; bencil motivasyonu unutun ve başkalarına gerçekten nasıl yardımcı olacağınızı düşünün.
Bir cehennem alemine gidersek, ne başkalarına ne kendimize yardımımız dokunabilir. Herhangi birine nasıl yardım edebiliriz? Ona yalnızca maddi bir şey vererek veya mucizeler gerçekleştirmek suretiyle değil, Dharma öğreterek yardım edebiliriz. Bununla beraber, öncelikle ders verebilecek vasıflara sahip olmamız gerekir. Şu anda bütün yolu; yapılması gereken tüm pratikleri, edinilmesi gereken tüm deneyimleri, ilk aşamadan sonuncuya kadar aydınlanmaya giden tüm aşamaları açıklayabilecek durumda değiliz. Fakat belki de kendi deneyimimize dayanarak bazı erken aşamaları anlatabiliriz ama bundan fazlasını yapamayız. Başkalarına bütün aydınlanma yolu boyunca kılavuzluk etmek suretiyle mümkün olan en büyük yardımda bulunabilmek için, öncellikle bizzat aydınlanmaya erişmemiz gerekir. Bodhichitta pratik etmemiz gerektiğini düşünmemizin esas sebebi budur. Bu, bencilce aydınlanmaya erişmek istediğimiz ve sırf kendimizi zorunlu hissettiğimiz için başkalarını düşündüğümüz ve kalplerimizi bodhichittayla onlara adadığımız sıradan, benmerkezci yaklaşımdan bütünüyle farklıdır. Bu şekilde düşünmek baştan aşağı yanlıştır; bir anlamda yalandır.
(8) Bütün bunlarda, sekiz geçici şeye dair görüşlerle lekelenmemiş ve her fenomende yanılsamayı gören bir zihinle, esaretimden kurtulayım, sarılmadan hiçbir şeye.
Bu kıtada ayırıcı farkındalık veya bilgelikten bahsedilmektedir. Daha önce bahsettiğimiz pratiklerin hiçbiri yaşamdaki sekiz geçici şeye ilişkin görüşlerin, “sekiz dünyevi dharma” denilen şeylerin [övgü veya eleştiri, iyi veya kötü haber almak, kazançlar veya kayıplar, işlerin iyi veya kötü gitmesi] izleriyle lekelenmemiş olmalıdır.
Bu sekiz şey beyaz, siyah veya karışık olabilir. [Her ikiliden ilkini deneyimlerken aşırı heyecanlanmak veya ikincisini deneyimlerken aşırı bunalmak, bu yaşama bağımlılığın yanı sıra kendini el üstünde tutma ve hakikaten var olan bir “ben” kavramaya ve elde etmeye çalışma tutumu yüzünden meydana geldiği zaman, siyahtır. Bu gibi bir bağımlılık olmaksızın ama yine de diğer iki motivasyonla birlikte meydana geldiği zaman, karışıktır. Bu yaşama bağımlılıkla veya kendini el üstünde tutma tutumuyla değil, yalnızca hakikaten var olan bir “ben” kavrama ve elde etme çabası yüzünden meydana geldiğinde ise, beyazdır.] Fakat sanırım bu kıtanın açıklamasını yalnızca şu açıdan yaparsam daha iyi olacak: ilk yedi kıtada anlatılan pratiklerin, yaşamdaki sekiz geçici şey (övgü, eleştiri, vs.) karşısında hakikaten var olan bir “ben” kavramaya ve elde etmeye çalıştığımız görüşlerle lekelenmeksizin yapılması açısından.
Pratiğimizin bu şekilde lekelenmesinin önüne nasıl geçeriz? Var olan tüm fenomenlerin yanılsama eseri olduğunu idrak etmek ve böylece bunları hakikaten yerleşik bir varoluşa sahip olarak kavramaya ve elde etmeye çalışmamak suretiyle. Böylelikle, bu şekilde kavramanın ve bağımlı olmanın yol açtığı esaretten kurtuluruz.
Ne var ki, burada “yanılsama eseri” kelimesinin ne anlama geldiği konusunda açık olmamız gerekir. Hakikaten yerleşik varoluş, kendini gösterdiği her yerde, zihnimize çeşitli nesneler suretinde belirir. Fakat esasında orada hakikaten yerleşik bir varoluş yoktur. Diğer bir deyişle, hakikaten yerleşik varoluş, hakikaten yerleşik varoluş diye bir şey olmamasına rağmen belirir; dolayısıyla da yanılsamadır. Bu demektir ki var olan her şey hakikaten yerleşik var oluşa sahipmiş gibi görünmesine rağmen, bütün fenomenler bu gibi imkansız bir varoluş modundan yoksundur.
Bunu anlamak için boşluğun, açığa çıkan görünümlerin boşluğuna dair katı ve kesin bir doğru anlayışa sahip olmak gerekir. Öncelikle, bütün fenomenlerin hakikaten yerleşik varoluştan yoksun olduklarını saptamamız gerekir. Bunu takiben, bu yoksun doğaya sahip olan herhangi bir şey hakikaten yerleşik bir varoluşa sahipmiş gibi göründüğünde, hakikaten yerleşik varoluşun mutlak yokluğuna dair önceki saptamamızı anımsamak suretiyle, bu imkansız varoluş modunu reddederiz. Bu ikisini – hakikaten yerleşik varoluş görünümü ile daha önce deneyimlendiği şekliyle, bunun boşluğunu – yan yana koyduğumuzda, tüm fenomenlerin doğasının yanılsama olduğunu keşfederiz. [Dolayısıyla, hakikaten yerleşik varoluş görünümü bir yanılsama olup, hakikaten varmış gibi görünen fenomenler de, gerçekte var olmadıkları bir tarzda varlarmış gibi görünmeleri itibarıyla, yalnızca yanılsama gibidirler.]
Bulunamaz olan ve varoluşu yalnızca isnat işleviyle tesis olan bir şey nasıl olabilir? Bunu anlamak çok zordur. Hem eyleyicinin hem de eylemin varoluşunun, sırf birbirine bağlı ortaya çıkan fenomenler olmaları sebebiyle yerleşik olduğunu veya tesis edildiğini idrak edebilirsek, boşluk da birbirine bağlı olma bağlamında belirecektir. Bu anlaması en zor şeylerden birisidir. Bulunabilir bir öz doğayla tesis olmamış varoluşu – diğer bir deyişle, doğuştan olmayan bulunabilir varoluşu – doğru bir şekilde anlamışsak, var olan nesnelerin deneyiminin açıklanmasına gerek olmaz. Varoluşlarının bulunabilir bir öz doğayla tesis olduğu mantık yoluyla çürütülür. Mantık bize fenomenlerin kendi varoluşlarını tesis eden bulunabilir bir öz doğaları olmasının mümkün olmadığını kanıtlar. Fakat fenomenler kesinlikle vardırlar çünkü onları geçerli bir şekilde deneyimleriz.
O halde bunlar nasıl var olurlar? Diğer bir deyişle, varoluşlarını yerleşik yapan nedir? Varoluşları yalnızca isimlerin gücü sayesinde birbirine bağlı ortaya çıkma durumu olarak tesis olur. Bu, fenomenlerin kesinlikle var olmadığı anlamına gelmez; şeylerin var olmadığı asla söylenmedi. Söylenen şudur: şeylerin varoluşu yalnızca isimlerin gücüyle yerleşik olabilir. Bu zor bir noktadır; yalnızca yavaş yavaş, deneyim yoluyla anlayabileceğimiz bir şeydir.
Öncelikle, şeylerin hakikaten yerleşik varoluşa sahip olup olmadıklarını analiz etmemiz gerekir. Bu, varoluşlarının kendilerinde bulunabilir olan bir şey tarafından hakikaten tesis edilmiş olup olmadığını veya daha basitçe söylersek, şeylerin hakikaten bulunabilir olup olmadığını analiz etmektir. Fakat esasında şeylerin varlıklarını kendilerinde tesis eden bir şey bulamayız. Aslında hiçbir şey bulamayız: hiçbir şey bulunabilir değildir. Bununla beraber, fenomenlerin hiçbir şekilde var olmadıklarını söylemek hata olur çünkü bir şeyleri gerçekten deneyimleriz. Diğer bir deyişle, şeylerin hakiki bir bulunabilir yerleşik varoluşları olduğunu mantıksal olarak kanıtlayamasak da, deneyimimizden biliriz ki varlardır. Böylece kesin olarak şeylerin var olduğu sonucuna varabiliriz.
O halde, şeyler varsa, varoluşları yalnızca iki yoldan tesis edilebilir: ya kendilerinde, bizzat kendi güçleriyle ya da başka etmenlerin gücüyle; diğer bir deyişle, ya tamamen birbirinden bağımsız ya da birbirine bağlı ortaya çıkmak suretiyle. Mantık, şeylerin varoluşlarının kendi güçleriyle bağımsız olarak tesis olabilmesinin mümkün olmadığını gösterdiğine göre, varoluşlarının tesis olmasının tek yolu başka etmenlere bağlı olaraktır.
Peki şeyler varoluşlarının yerleşik olması için neye bağlıdır? Bir yaftalama temeline ve onu yaftalayan bir kavrama veya isme bağlıdırlar. Fenomenler arandıkları zaman bulunabilselerdi, varoluşlarının kendi öz doğalarıyla tesis ediliyor olması gerekirdi. Bu durumda, şeylerin varoluşlarının kendi öz doğalarıyla tesis edilmediğini söyleyen Madhyamaka metinleri yanlış olurdu. Ne var ki şeyleri aradığımızda onları bulamayız: kendilerinde kendi varoluşlarını tesis eden hiçbir şey bulamayız. O zaman da fenomenlerin varoluşunun salt başka etmenlerin gücüyle, daha doğrusu isimlerin gücüyle tesis olduğunu keşfederiz.
“Salt” kelimesi burada bir şeyin kesilip ayrıldığı anlamına gelir. Fakat kesilip ayrılan şey ismin kendisi olmadığı gibi ismin ifade ettiği şey, geldiği anlam veya gönderdiği ve geçerli bir bilişin nesnesi olan bir şey de değildir. İsimlerin herhangi bir şey ifade etmediğini veya hiçbir şeye göndermediğini ya da isimlerin gönderdiği nesnelerin geçerli biliş nesneleri olmadığını söylemiyoruz. “Salt” kelimesinin kesip ayırdığı şey, fenomenlerin varoluşunun isimlerin gücünden başka bir şeyle tesis edildiğidir. Fenomenlerin varoluşu salt isimlerin gücüyle tesis olur ama isimler bir şeye gönderir ve gönderdikleri şey de geçerli biliş nesneleridir.
O halde, şeylerin gerçek doğası varoluşlarının salt isimlerin gücüyle tesis olmasıdır. Bunun hiçbir alternatifi yoktur: yalnızca isimlerin gücü söz konusudur. Fakat bu, isimler dışında hiçbir şey olmadığı anlamına gelmez. Fenomenler vardır: isimlerin gönderdiği nesneler vardır ve isimler vardır. İsimlerin gönderdiği nesnelerin varoluşunu tesis eden nedir? Bunların varoluşu da salt isimlerin gücüyle tesis edilir.
En yüksek, en doğru görüş olan Prasangika Madhyamaka’ya göre, bir şeyin dışsal bir nesne olması veya o nesneyi bilen içsel bir bilinç olması aynı şeydir. Her ikisinin de varoluşu salt isimlerin gücüyle tesis olur; ikisinin de hakiki bir bulunabilir yerleşik varoluşu yoktur. Düşüncelerin ve kavramların varoluşu da salt isimlerin gücüyle tesis olur; boşluk, Buddha, iyi, kötü ve nötr durumunda olduğu gibi. Tüm fenomenlerin varoluşu, her şeyin var oluşu sadece ve sadece isimlerin gücüyle tesis olur.
“Sadece isim” dediğimizde, bu, varoluşları salt kendileri için kullanılan isimlerin gücüyle tesis edilmiş olmayan isimlerin gönderimde bulunduğu nesneleri kesip ayırır. “Sadece isim” sözü bundan başka türlü anlaşılamaz. Fakat gerçek bir kişiyle hayalet bir kişiyi ele alalım. Her ikisi de varoluşlarının salt kendi isimlerinin gücüyle tesis edilebilmesi anlamında aynıdır. Fakat ikisi arasında bir fark vardır. Var olan veya var olmayan her şey zihinsel olarak yaftalanabilir ve hepsi budur. [“Gerçek kişi” ve “hayalet kişi” şeklinde zihinsel yaftalama yapabiliriz.] Fakat isimlere ilişkin olarak, bazı isimler var olan şeylere gönderir, bazıları göndermez. [“Gerçek kişi” ismi var olan bir şeye gönderirken, “hayalet kişi” ismi var olan herhangi bir şeye göndermez – var olmayan bir şeye gönderir.]
Özet
Bizi duygusal olarak zorlayan insanlar ile onların bize yönelttikleri yaralayıcı söz ve çirkin davranışların birer illüzyon gibi olduklarını fark ettiğimizde, bunların tamamen mümkün bir şekilde özleri itibariyle berbat insanlar, sözler veya davranışlar olduğu yansıtmasını yapmayız. Onlar böylesine imkânsız bir varoluştan yoksundurlar. Bu kişileri etiketleyip adlandırdığımız kavram, sözcük ve isimler onlara bakış açımızı etkiler, bunu görebildiğimizde onlara karşı olan tutumlarımızı onları tıpkı dilekleri gerçekleştiren nadide mücevherler olarak nitelendirerek dönüştürebiliriz. Onları bu şekilde görmeye başladığımızda, onlarla olan karşılaşmalarımızı sabır ve alçak gönüllülük gibi iyi nitelikleri geliştirebileceğimiz eşsiz fırsatlar olarak kabul ederiz.