Kıskançlığı Analiz Etmek: Özel bir Ben veya Özel bir Sen Yoktur

Kıskançlık başkalarından değil, nihayetinde kendimiz hakkında çok fazla düşünmekten kaynaklanır. Hayatımızın belirli bir yönüne aşırı bağlı hale geldiğimizde, o alanda bizden azacık bile daha iyi olan herhangi birine karşı kıskançlık duyguları geliştiririz. Tüm bunların altında yatan şey ise "ben" duygusudur. Burada bizi veya etrafımızdaki diğer insanları gerçekten özel kılan hiçbir şeyin olmadığını ve rahatsız edici duyguların üstesinden gelmek için bunu nasıl kullanabileceğimizi inceliyoruz.

Kıskançlığın Özelliklerini İncelemek

Kıskançlık üzerine yaptığımız tartışma şimdi de bizi benliğimiz, yani kendi özümüz üzerine bir tartışmaya götürüyor. Nasıl var olduğumuzu ve diğer herkesin nasıl var olduğunu anlamak, kıskançlığı çevreleyen sorunlar açısından büyük bir öneme sahiptir.

Gördüğümüz gibi Budizm, kıskançlığı bir tür düşmanlık, diğer insanların başarılarına odaklanmış duygusal bir tutum olarak tanımlar. Bu tutum başkasının zekası veya mülkiyeti, güzel görünümü veya zenginliği, başarısı veya statüsü yüzünden ortaya çıkabilir. Aynı şekilde onların ilişkilerine de odaklanabilir, örneğin onların bir partneri veya çocuklarının olması ve bizim aynı şeylere sahip olmamamız gibi. Onların buna veya şuna sahip olmaları gerçeğine dayanamıyor ve başarılarına tahammül edemiyoruz.

Bu kin, kendi durumumuza ve başarılarımıza olan bağlılığımızdan kaynaklanır. Örneğin, banka hesabımızdaki para miktarına bakmamız ve başkalarının daha fazlasına sahip olduğunu bilmemiz gibi. Bankada daha fazla paramızın olmasının olumlu niteliklerini ve önemini abartır, onu hayattaki en önemli şeylerden biri haline getirir ve sonra kendi öz değerimizi buna göre tartarız. Başka birinin aynı alanda bizden daha iyi bir konumda olmasına dayanamayız. Bu kıskançlıktır ve bunun tam tersi ise başkalarının başarılarından memnun olmak, onlar adına sevinmektir.

“Ben” sorunu

Kıskançlığın yönlerini anlamak, kıskançlıktan doğan problemlerle baş etmenin birinci aşamasıdır. Ancak tüm bu problemlerin temelinde "ben" sorunu vardır. Nihayetinde, kıskançlığın esiri olmamak için üzerinde çalışmamız gereken esas mesele budur. Genelde yapılan hata, yaşamın belirli bir yönünü aşırı derecede abartmak ve tüm öz değer duygumuzu ve önemimizi sırf bu yöne dayandırmaktır. Bu temel bizi kıskançlığa götürür ve kendimize bir öz kimlik sorusu sorarız: "Ben kimim?" Kendimizi nasıl tanımlarız? Paramızla mı, yakışıklılığımızla mı yoksa hayattaki konumumuzla mı? Çoğu insan kendini bu kriterlere göre konumlandırır, öyle değil mi? "Ben bir doktorum", "Ben bir ebeveynim", "Ben şuyum ben buyum ve s."

Bunu yaparken, “ben” üzerinde çok fazla duruyor ve onu yegane bir katı kimliğe sahip olabilecek tek bir bütün olarak tanımlıyoruz. Bunun gerçek "ben", hakiki "ben" olarak adlandırdığımız şey olduğuna inanıyoruz. Sonra bu “ben” hayatta önemli olan yegane şeye döner ve geri kalan her şeyi önemsiz olarak görüp göz ardı ederiz. Gerçekten önemli olan tek şey, yukarıdaki örneği tekrarlarsak, mesela bankada ne kadar paramızın olduğu olur. Çoğumuzun ebeveynlerinin bize söylediği de buydu zaten!

Bunun sadece maddi şeylerle, örneğin para ve mevki ile değil, aynı zamanda şefkatle de ilgili olduğunu kabul etmek çok önemli. Bazılarımız hayattaki en önemli şeyin şefkat veya sevgi görmek olduğunu düşünebilir. Sonra başka birinin bunlara sahip olduğunu ve bizim ise sahip olmadığımızı düşünüyoruz ve tüm öz değer duygumuzu da bunun üzerine inşe ediyoruz. Bu, maddi şeylerden daha ince bir mesele. Elbette, tanıdığımız herkesin çok iyi, sevgi dolu partnerleri varsa ve biz evde yapayalnızsak bu durumda delicesine kıskanırız. Bu kıskançlık sorununu gerçekten ortadan kaldırdığımızdan emin olmak için bu daha incelikli konularla da ilgilenmemiz gerekiyor.

Düşünün: Hayatımızın Tek Bir Yönü Üzerinde Çok Fazla Dayanmak

Bunun üzerinde düşünmek için bir dakikanızı ayırın. Çoğumuz kıskançlık anları veya dönemleri yaşamışızdır. Hayatımızda kıskançlığın bizi perişan ettiği zamanlar da olmadı değil. Her şeyin altında yatan şeyin ne olduğunu kendi deneyimlerimiz aracılığıyla belirlemeye çalışalım. Hayattaki en önemli şey neydi, bizde olmadığında ya da başkalarında bizden daha fazlası  olduğunda bizi kıskandıran şey neydi? Bunun üzerine biraz düşünün. Bu gerçekten hayattaki en önemli ve beni ben olarak tanımlayan tek şey mi? Örneğin, "ben bir partneri olmayan biriyim". Kendimiz hakkında söylenebilecek tek şey bu mu? Bugün ölseydik ve birisi hayatımızı tek bir cümlede özetleyip mezar taşımıza yazsaydı, oraya bunu mu yazmasını isterdik? Başkalarının bizi sadece buna göre mi hatırlamasını isterdik? Bunları düşünmek, konunun ne kadar mantıksız olduğunu görmenin iyi bir yoludur.

Bunun aptalca olduğunu göstererek, tek bir şeye odaklanmanın ne mantıksız olduğunu kolayca görebiliriz. “Ben buyum. Dünyadaki en önemli şey bu ve başka birinin benden daha iyi olmasına dayanamıyorum" diye düşündüğümüzde, bunun ne kadar komik olduğunu görmemiz ve üstesinden gelmemiz kolaylaşacak. Bunun ne kadar saçma olduğunu göremezseniz, bu düşüncenin ipini bırakmanız çok zor olacaktır. Kendi kişisel kıskançlık deneyiminiz açısından bu şekilde düşünmek için bir dakikanızı ayırın.
[meditasyon]

Hırs, Haset, Açgözlülük, Düşük Özgüven ve Diğer Rahatsız Edici Duygular

Biraz düşünmek için zaman ayırdıysanız, kıskançlıktan bahsettiğimizde Budizm'in neye değindiğini görmüş olabilirsiniz. Batı'da haset diye bir kelime de var, ancak Sanskritçe veya Tibetçe'de bunu tarif etmek için ayrı bir kelime mevcut değil. Haset kıskançlığın üstüne Budizm'in "açgözlülük" olarak adlandırdığı şeyi de ekler; burada yalnızca bir yaşam alanını aşırı vurgulamak ve biri bizden daha iyi olduğunda buna dayanamak duygusu değil, aynı zamanda sahip olmadığımız şeyi kendimiz için edinmek duygusu da var. İşte bu haset etmek. Birisine haset ediyoruz.

Bu, iki durumda kendini gösterir. Birinci durum, kendimiz bir şeye sahip olmadığımız ve başkasının sahip olduğunu almak istediğimiz durum olabilir. İkincisi, zaten bir şeye sahibiz, ve aslında bizim için yeterli de olabilir, ama yine de açgözlülük yapıyoruz. Daha fazlasını istiyoruz çünkü diğer kişi de daha fazlasına sahip. Bu durumda, açgözlülüğümüz rekabete yol açar: diğer kişiyi alt etmek isteriz.

Kıskançlık olarak tanımlanan bu çok temel yönden kaynaklanan ve birbiriyle ilişkili olan birçok rahatsız edici duygusal durum vardır. Yine de, tüm bunların altında aynı sorun var: "ben" kavramımız. Özel biri olduğumuzu düşünüyoruz. Çok önemli biri olduğumuzu düşünüyoruz. Bu yüzden her zaman birinci sırada gelmeli ve her zaman en iyisine sahip olmalıyız. Başkalarını kendimize eşit olarak görmüyoruz veya başkalarının da bizim sahip olduklarımıza sahip olmasının iyi olacağını kesinlikle düşünmüyoruz. Bu çok güçlü "ben" duygusu nedeniyle diğer herkesten daha iyi olmak zorundayız.

Gördüğümüz gibi, toplumumuz bir çok yönüyle kıskançlığı ve rekabeti teşvik ediyor. Sporda kazananların, ünlülerin ve milyarderlerin daha fazla tanınmaları için onların çeşitli dergilerde ve medya araçlarında yüceltildiğini görüyoruz. Bu durum, hayatlarımızı nasıl yönettiğimize, işimize ve ilişkilerimize nasıl yanaştığımıza dair tutumumuza etki ediyor – tıpkı bir hastalık gibi. Sadece en güçlü ve en iyiler hayatta kalıyorsa, o zaman herkesle rekabet etmemiz gerekir ve herhangi biri bizden üstün olduğunda onu kıskanmalıyız.

Lakin kıskançlık her zaman rekabetle ilişkili değildir, çünkü bazen kıskançlık öz değerimizin etrafında şekillenir. Batı kültüründeki çeşitli nedenlerden yaygın bir sorun haline gelmiş bir özgüven düşüklüğümüz varsa, başkalarının başarıları bizi çok kıskandırabilir. Bu gerçekte bir rekabete yol açmaz, bunun yerini "Ben bunu herhalde başaramam, bunun için yeterince iyi değilim" hissi alır. Bunu denemiyoruz bile, ve sonunda kendimizi çok kötü hissediyoruz. Diğer herkes bu kadar başarılı iken "Ben bir kaybedenim" diyor ve kendimize çok üzülüyoruz. Bu, "ben" kavramı üzerinde aşırı fazla durmanın ve tamamen buna bağlı olmanın kıskançlık olarak tezahür ettiği bir başka şekildir.

Batı’daki Odak Farklılıkları

Budizm'de kıskançlığı, ana odak noktasının diğer insanların başarıları olması ve bunun bizi onlara düşman kılması konseptinde analiz ederiz. Biraz farklı bir odak noktası ile deneyimlediğimiz başka kıskançlık türleri de vardır. Burada odak noktası, sahip olduğu bir şeyi bana değil, bir başkasına veren kişidir. Diğer tür ile ilişkili ama biraz farklı bir deneyim: "Sevgini ve şefkatini bana değil bir başkasına gösterdin." Sevgiyi ve şefkati kabul eden kişiye o kadar da kızgın ya da üzgün değiliz, aksine, bizim yerimize onu seçen kişiye karşı kızgın ve üzgünüz. Sevgisini bana değil, bir başkasına gösterdi. Sık sık bu tür bir kıskançlık ile karşı karşı kalıyoruz, öyle değil mi?

Bu durum üzerine düşünürseniz, oldukça çelişkili olduğunu görürsünüz. Şöyle düşünün: kızgın olduğumuz kişinin öylece fikrini değiştirmesini ve biz tüm bu öfkeyi ve kıskançlığı onlara yöneltirken şimdi bizi sevmesini nasıl bekleyebiliriz? Bu tutum ancak kendimize zarar verir, ama genellikle stratejimiz budur. Karşımızdaki kişiye kızdığımızda ve "Neden başka biriyle birliktesin?! Benimle evde kalmalıydın!" diye bağırdığımızda onun birdenbire şöyle söylemesi pek olası değildir: "Evet! Çok üzgünüm, şimdi sadece seni seveceğim”. Eğer evde kalırlarsa, bunun nedeni sadece suçluluk duygusu veya bizim için üzülmeleridir. Peki bu bizi ne kadar tatmin edebilir? Gerçekten bizimle birlikte değiller, çünkü zihinleri ve kalpleri başka bir yerlerde, başka biriyle beraber. Böylece, sorunumuz çözülmemiş olarak kalır ve mutsuz olmaya devam ederiz.

Bu tür bir stratejiye baş vurup vurmadığınızı görmek için biraz zaman ayırın. Ne kadar başarılı oldu? Buna gülebildiğimiz zaman ne kadar saçma olduğunu göreceğiz ve böyle bir strateji ile problem çözmenin mümkün olmadığını anlayacağız. Kıskanç ve öfkeli olsak bile, çözüm bunu dışa yansıtmamaktan geçiyor. Önemli olan başka yollar kullanarak bu duygulardan kurtulmak.

"Ben" ve "Sen"in Katılaşması

"Kıskançlık" kelimesinin sözlükteki tanımını hatırlayın: "rekabete veya sadakatsizliğe tahammülsüzlük." Birisi bir şeyi bize değil de rakibimize verdiğinde, bunu sadakatsizlik olarak kabul ederiz. Yine, bunun da iki bariz varyasyonu var. Bir zamanlar söz konusu öğeyi bize veriyorlardı ve artık bunu yapmıyorlar ya da bunu bize hiç vermemiş de olabilirler. Daha önce bize veriyorlardı ve artık vermiyorlarsa bu senaryo çok daha acı verici ve Batı'nın sadakatsizlik diye tanımladığı durum da aslında budur. Yine de, bizi hiç sevmemiş olsalar bile, birinin bizi sevmelerini hala dileyebiliriz.

Yine, hayatın bir yönünü fazla abartıyoruz, birinden şefkat görmeyi dünyanın en önemli şeyi haline getiriyoruz. Bunların hepsi süper güçlü bir "ben" duygusuna dayanıyor. "Ben" sevgi görmek istiyorum ve başka hiçbir şey veya hiçkimse umrumda değil. Bundan daha da güçlü bir duygu, "ben"in katılaşması özünde "sen"in katılaşması olduğunda ortaya çıkabilir. Sadece "sen"in bana şefkat göstermeni istiyorum ve başka onlarca veya yüzlerce kişinin beni sevmesi umrumda değil. Onlar sayılmaz. “Sadece senin beni sevmeni istiyorum.” Eğer o kişi bizi sevmezse, kimse bizi sevmiyormuş gibi hissederiz.

Bu çok yanlış bir şey. Bunun üzerine düşünürsek eğer, belki küçük bir olasılık olabilir, ancak çoğu durumda hiçkimsenin bizi sevmemesi çok ama çok düşük bir olasılık. Annemiz bizi sevse de ya da arkadaşlarımız ve köpeğimiz bizi sevse de hala kimsenin bizi sevmediğini düşünüyoruz ve kendimize üzülüyoruz. Bizi şu veya bu şekilde seven çok sayıda varlık var. Herhangi bir bireyin bize karşı oluşabilecek olası sevgisini abarttığımızda etrafımızdaki diğer herkesin sevgisini hafife alıyoruz. Sadece "sen"den sevgi görmek istiyoruz.

Meditasyon: Beni Bu Kadar Özel Kılan ve Seni Bu Kadar Özel Kılan Nedir?

Bu oldukça problemli bir mesele, özellikle de hayatımızda bunu farklı kişilerle birkaç kez deneyimlemişsek. "Beni sevmesi gereken kişi bu." Bu kişiyi bu kadar özel yapan nedir? Bu, beni neyin özel kıldığını sorgulamaktan farklı –  sadece belirli bir kişinin beni sevmesi gerekiyor, başkasının değil. O zaman şu iki soruya cevap bulmalıyız: Beni bu kadar özel kılan nedir ve seni bu kadar özel kılan nedir?

Bu kişinin sadece beni sevmesinin ve başka kimseyi sevmemesinin hakiki bir temeli var mı? Bu kişinin beni sevmesinin bu kadar önemli olmasının ve beni seven diğer herkesin önemli olmamasının bir nedeni var mı? Bunlar, dünyaya bakışımızı, kendimize bakışımızı ve başkalarına bakışımızı yeniden düşünmemizi sağlayan çok derin sorulardır. Tüm bu duygusal sorunların altında yatan bazı temel kafa karışıklıkları var mı?

[meditasyon]

Bunun farkına varmak önemlidir, çünkü o zaman bu duygusal sorunlardan tamamen kurtulmak ve bir daha asla ortaya çıkmamalarını sağlamak için tam olarak neyin üzerinde çalışmamız gerektiğini anlamış oluruz. Sadece ortaya çıktıklarında bu duygulardan kurtulmak istemiyoruz, aynı zamanda daha derin önleyici tedbirler alarak bunların hiçbir zaman ortaya çıkmamalarını sağlamak istiyoruz. Bunu gerçekten yapabilmemizin tek yolu, nasıl var olduğumuzu, başkalarının nasıl var olduğunu ve daha geniş resimde dünyanın nasıl var olduğunu tam olarak anlamaktan geçiyor. Bu sayede, tüm bilinçsiz mit ve fantezi projeksiyonlarımızı durdurabiliriz.

Sahiplenme Duygusu

Kıskançlığın çoğu zaman sahiplenme duygusuyla, bir şeyin veya bir kimsenin bize ait olması ve sadece bize ait olması isteği ile bağlantılı olduğunu görebiliriz. Penceremize koyduğumuz tohumlar ve ekmek parçaları için oraya gelip konan güzel bir yabani kuş hayal edin. Şimdi bu yabani kuşa karşı tutumumuz ne olacak?

Bu özgür bir kuş. Penceremize konduğunda onun ne kadar güzel ve harika bir varlık olduğunu düşünüyoruz. Bu vahşi kuşun bizimle geçirdiği zamanın güzelliğinin tadını çıkarabiliriz. Eğer gerçekten şanslıysak, kuş penceremizde o kadar rahat hissedecek ki bahçede kendisine bir yuva yapacak ve bir mevsim boyunca orada kalacak. Tam bir mevsim boyunca yabani bir kuşun bahçemizdeki varlığının tadını çıkarabileceğiz. Ama ister birkaç dakika sonra olsun, ister se bir mevsim sonra, kuş sonunda uçup gidecektir. Ne de olsa özgür, yabani bir kuş. Sonra tekrar dönseydi, harika olmaz mıydı? Yine de, etraftaki tek yabani kuş o değil ve sadece o kuşun geri gelmesini dilemek aptallık olur. Bir başka kuş gelirse, onun güzelliğinin, kısa bir süre de olsa bizimle geçirdiği zamanın tadını çıkarabiliriz.

Bu durumda kıskanç olsaydık, “O kuşun sadece benim pencereme gelmesini, başka kimseye gitmemesini istiyorum. Ve başka kuş istemiyorum, sadece bu kuş gelsin" deseydik bu çok aptalca olurdu. Budist bakış açısından, bu kuşun yıl boyunca yaptığı yolculuklarda, diğer insanların da onu besleyecek kadar nazik olmasına sevinmeliyiz. Dediğim gibi, eğer kuş geri gelirse, bu bir bonus olurdu.

Öte yandan, kuş penceremize konduğunda onu yakalamaya çalışsaydık çok korkardı, öyle değil mi? Uçup gider ve bir daha asla geri dönmezdi. Onu yakalayıp kafese koymayı başarsaydık, bu yabani kuş orada ne kadar mutlu olurdu? Onu "ben" kendim için istediğimden kafese koydum, ama kuşun kendisi orada ne kadar rahat olurdu? Şimdi kafeste bir yuva yapıp orada bir yumurta yumurtlayacak mı? Hayır, yapmayacak.

Güzel Yabani Kuşlar: Faydalı Bir Resim

Bu, hayatımızın parçası olan sevdiklerimiz ve hatta çocuklarımızla olan ilişkilerimiz için çok faydalı bir resim olabilir. Hepsi kısa süreliğine hayatımıza dahil olan yabani kuşlar gibidir; ama hepsi birer özgür varlık oldukları için hep bir yerlere giderler. Hep başka arkadaşları da vardır. Hayatın ilerleyen dönemlerinde bize geri döner ve bizi ziyaret etmeye devam ederlerse, bu harika olurdu. Şimdi birbirimizle geçirdiğimiz zamanın tadını çıkarabiliriz ve daha sonra geri gelirlerse bunun da tadını ayrıca çıkaracağız.

Öte yandan, onların diğer insanlarla etkileşime girmelerini kıskanıyorsak ya da tüm zamanlarını bize ayırmadıkları için kıskanıyorsak, bu aradaki ilişkiyi nasıl etkiler? Evde kalmalarını, her zaman bizimle olmalarını ve başka arkadaşları olmamalarını talep edersek bundan nasıl bir sonuç bekleyebiliriz? Yakalayıp kafeslere koymaya çalışırsak, onları korkutmuş olmaz mıyız? Başkalarını kafeslere sokmayı bir şekilde başarırsak, orada ne kadar mutlu olacaklar? Ve sonda kendimiz bu durumdan ne kadar mutlu olacağız?

Her kim olursa olsun, sevdiklerimizi hayatımıza dahil olan güzel yabani kuşlar olarak görmek ve onlarla geçirdiğimiz zamanın tadını çıkarmak gerçekten çok faydalıdır. Elbette hepsinin başka arkadaşları ve ilgi alanları olacaktır. Uzun bir süre bizimle kalabilir veya çok kısa zamanda ayrılabilirler. Bu kişiyi gerçekten seviyorsak, diğer arkadaşlarının da ona bizim kadar iyi davranacaklarını umar ve buna seviniriz. Öyle değil mi?

Meditasyon: Bunu hayatlarımıza uygulamak

Bu, ilişkilere yaklaşımın çok daha sağlıklı bir yoludur ve kıskançlık ve sahiplenme duygusunun yarattığı sorunlarından kaçınmamıza yardımcı olur ki, bunlar aslında sahip olduğumuz zamandan tam olarak zevk almamızı engelleyen sorunlardır. Bir süredir görmediğiniz birini ziyaret ettiğinize, onun sizinle birlikte geçirdiği zamanın tadını çıkarmak yerine, neden daha uzun kalamayacağınızdan şikayet ettiğini dinlemek zorunda kaldınız mı? Bunu düşünün ve sevdiklerinize, özellikle de başkalarıyla vakit geçirdiklerinde veya başkalarına şefkat gösterdiklerinde kıskançlık duyduğumuz insanlara bu yabani kuşun resmini uygulamaya çalışın.

[meditasyon]

Yabani Kuş Üzerine Başka Bir Perspektif

Öz değerimiz, kim olduğumuza ve bu “ben” kavramının ne olduğuna dair anlayışımızın temelini oluşturur. Bazen başkalarını kafeslere koymaya çalışırız, ancak çoğu zaman kendimizi diğer tarafta buluruz. Yani birilerinin kafese koymaya çalıştığı yabani kuş kendimiz oluyoruz. Bununla nasıl başa çıkabiliriz?

Birincisi, durumun gerçekliğini net olarak kavramak her zaman çok önemlidir. Özellikle ilişkilerde ve evliliklerde – her bir kişi, ilişkinin anlamına ve sınırların ne olduğuna dair farklı fikirlere sahiptir. Bu konuda net olmalıyız, aksi takdirde bir kişi, hiç olmayacak veya bizim olaylara bakışımızla çelişen, farklı bir şeyler bekleyebilir.

Bu, ilişkinin her iki tarafı için de çok önemlidir. Bununla birlikte, sürekli olarak evlilik sözleşmesini müzakere etmek zorunda kalmak gibi aşırı uç noktalardan kaçınmalıyız ve ilişkiyi sadece yaşamak yerine, onun yönleri ve ona bakış açımızdan bahsetmeliyiz. Dürüst olmak ve sorunları içimizde tutmamak, gerçekten incindiğimizde bunu karşı tarafa bildirmek iyidir. Ancak bunu, diğer kişiyi suçlu hissettirmek ve onu istediğimiz şeyi yapmaya zorlamak gibi üstü örtülü bir niyet olmaksızın yapmaya çalışmalıyız.

Bu, davranışlarımızın etkilerini bildiğimizde daha kolay olacaktır, ki bu konuda genellikle çok safızdır. Bazen istediğimiz şekilde hareket edebileceğimizi ve bunun kimseyi etkilemeyeceğini düşünüyoruz, sanki başka hiç kimsenin duyguları yokmuş veya bizden başka kimse incinmesi mümkün değilmiş gibi bir hisse kapılıyoruz. Ancak, korumak isteyebileceğimiz belirli sınırlar vardır, mesela cinsel sadakat gibi. Diğer sınırların biraz daha esnek olmasında bir sakınca yok.

İlişkinin belirli bir kısmı yolunda gitmiyorsa, o kişiyi öylece çöpe atmamalıyız. Partnerinizle boşansanız bile, bu o kişiyi sevmekten veya onlarla ilgilenmekten vazgeçmeniz gerektiği anlamına gelmiyor. Her gün birini görmenize gerek yoktur, ancak ilişkilerin ya herşey ya da hiçbir şey olarak görülmesi gerekmez –bunlar yeniden tanımlanabilirler. Budist bakış açısı, bazı karmik bağlantıların varlığından bahseder ve onları öylece çöpe atamazsınız.

Partnerimiz bizi gerçekten incitirse, örneğin bizi aldatırsa, ona şöyle söyleyebiliriz: "Davranışın beni gerçekten çok incitti ve belki de ayrılmamız gerekiyor. Seni bir arkadaş olarak kaybetmek istemiyorum, ama bana biraz zaman ver. Birkaç ay sonra, sakinleşmiş olacağım ve bu durumla başa çıkabileceğim ve ardından arkadaşın olmaya devam etmek istiyorum. Seni önemsiyorum, aksi takdirde bu ilişkiye asla evet demezdim." Bu, hangi tarafta olduğumuza bakılmaksızın, durumla başa çıkmanın çok daha olgun bir yoludur, çünkü kimse sonsuza dek mutlu olduğumuz bir peri masalında yaşamıyor. Öyle ideal bir dünya yok.

Cinsellikle ilgili bir sorunla değil, bir zaman sorunuyla baş etmeye çalışıyorsak, örneğin birisi zamanımızın hepsini ona ayırmamızı talep ediyorsa, onunla geçirebileceğimiz belirli bir süre için ona söz verebiliriz. Bu süre konusunda güvenilebilir olursak, o zaman sorun çıkmaz çünkü ona güvenebileceği bir seçenek sunmuş oluruz. Kendilerini terk edilmiş veya reddedilmiş hissetmeyecekler ve eğer onlarla birlikteysek, tüm kalbimiz ve zihnimizle yüzde yüz oradaysak, o zaman daha da iyi. Lütfen bunu bir düşünün.

[meditasyon]

Başkasının Para Birimini Kabul Etmek

Birinin sevgisi konusunda daha güvende hissetmek için başka bir faydalı resim kullanabiliriz. İnsanların bize karşı sevgilerini nasıl ifade ettiklerini ve gösterdiklerini onların bize hangi para birimiyle ödeme yapmalarıyla kıyaslayabiliriz. Bazen insanların bize ödeme şekillerinde esnek olmamız gerektiği gibi, başkalarının da bize olan sevgilerini ve şefkatlerini ifade etme konusunda esnek olmamız gerekir.

Ödemeleri Euro cinsinden almak isteyebiliriz, ancak karşımızdaki insanın sadece doları var, o halde bize nasıl ödeme yapabilir? Başka bir deyişle, bizi tam olarak bizim istediğimiz biçimde sevemezler. Ancak, onların para birimini veya bize verebilecekleri her neyse onu kabul etmemiz ve onun sevgisini ifade etme biçimi bu şekilde olduğunu anlamamız gerek. Ellerinden gelen şey bu. Biz diğer tarafta olduğumuzda da durum aynı, belli bir para birimimiz var ve karşımızdaki kişiye onun tercih ettiği para biriminde istediği şefkati ve sevgiyi vermemiz mümkün olmayabiliyor.

Yeterince esnek olmalıyız ve bize "Üzgünüm, şu anda yeterince param yok. Şu an hiç vaktim yok. Çok meşgulüm ve bu hafta seninle görüşemeyeceğim" dediklerinde bunu kabul edebilmeliyiz. Esnek olunca, karşımızdaki insanın ne kadar parası olduğunu ve bize ayırabileceği zamanın ne kadar olduğunu anlayabiliriz. Elbette, sunabileceğimiz herhangi bir para birimimiz olmadığında da aynı şeyler bizim için geçerlidir.

Sevgi ve şefkat, satın aldığımız ve sattığımız şeylerin listesinde olmasa da, bu resim çok faydalıdır. Güvensizlik sorunlarımızla başa çıkmak için bize yine de yardımcı olabilir. Bu, gerçekte nasıl var olduğumuzun derin köklerine inmez, ancak yine de bir durumla geçici olarak başa çıkmanın yararlı bir yoludur. Buradaki asıl mesele, karşı tarafın bize sunmaya çalıştığı para birimini tanıyıp anlamaktır, çünkü bazen bu birimin ne olduğunu bile bilmiyoruz, "Polonya zlotisi ile değil, tanıdığım bir para biriminde ödeme almak istiyorum!"

Evli ve çocuklu bir çift bu durum için yaygın bir örnektir. Evde kalan ve çocuklarla ilgilenen taraf, ailenin geçimini sağlayan kişinin onları umursamadığından ve onlarla yeterince zaman geçirdiğinden şikayet eder. Ama aileyi geçindiren kişinin aileyi geçindirme amacıyla saatlerce çalışarak onlara özen gösterdiğinin farkında değildir. Onun para birimi de bu. Öte yandan, evin geçimini sağlayan kişi, gece eve geldiğinde evde kalan kişinin ona yeterince özen göstermediğinden şikayet eder. Eşinin kendi üzerine düşen ödemeyi eve ve çocuklara bakma türündeki para birimiyle yaptığını anlamıyor. Her biri ilgisini ve kaygısını ifade etmek için farklı bir para birimi kullanıyor ve her birinin diğerinin para birimini kabul etmeyi öğrenmesi gerekiyor.

Doğru İlaç

Boşluk kavramını ve bunu nasıl uygulayacağımızı öğrendiğimizde, bu anlayışın ne kadar önemli olduğunu görürüz. Bu son derece güçlü bir ilaçtır. Bununla birlikte, birçok durumda, daha düşük dozlu bir ilaç kullanmak ve ardından yavaşça, daha derine inmek tercih edilebilir.

Boşluk ve Dualistik Algı

Boşluk ile ilgili en büyük sorun, bizim projeksiyonlarımızdır ve bunların iki yönü var:

  • Birincisi, zihnimizin varlıkları otomatik olarak gerçeği yansıtmayan bir şekilde göstermesidir;
  • İkincisi ise, bu görünüşün doğru olduğuna ve hakikaten gerçekliği yansıttığına inanmamızdır.

Bu otomatiktir, yani bunu bilinçli olarak yapmıyoruz. Ve buna inanıyoruz çünkü gerçekliği deneyimliyormuşuz gibi hissediyoruz. Bunu bu şekilde deneyimliyoruz ve gerçekten, derinden, temelde gerçeğe karşılık geldiğine inanıyoruz. Bu o kadar derin bir sorundur ki, neredeyse her zaman duygularımızın doğru olması gerektiğini düşünüyoruz. Hissettiğimiz her şey doğru olmalı; bunu sorgulamıyoruz bile.

Kıskançlığı ele alırsak, zihin katı kategorilere hapsedilmiş "ben" ve "sen" gibi ikili bir görünüm oluşturur. Doğası gereği bir şeyi başarmayı hak eden ama başaramayan görünüşte somut bir "ben" görünümü vardır. İçsel olarak, "Bunu hak ediyorum ama buna sahip değilim. Oysaki sen, oradaki, bunu hak etmiyorsun ama yine de buna sahipsin." İçimizde böyle bir his oluyor, değil mi? Bizi acıtıyor ve bu yüzden doğru olduğuna inanıyoruz.

Bu gerçekten kafa karıştırıcı bir şey çünkü bilinçsizce dünyanın bize bir şeyler borçlu olduğunu ve bunu bizim yerimize başkalarının almasının haksızlık olduğunu düşünüyoruz. Bunun adil olmadığını düşünüyoruz. Bu, sorulması korkunç bir soru, ama dünya neden adil olsun ki? Evrenin doğasında “adalet” denen bir şey mi var? Bu, "Tanrı adildir" ve evrende ilahi adalet vardır deyimleri ile bağlantılı, batı kökenli bir fikirdir. Ancak herkes böyle düşünmüyor veya buna inanmıyor.

Bu adaletsizlik duygusu kültürel olarak çok öne çıkarılsa da, bunun kendiliğinden ortaya çıkardığı bir şey var. Bu noktada, dünyayı "kazananlar" ve "kaybedenler" olarak iki çok katı kategoriye ayırıyoruz. Bu dualizmdir. İncil düşüncesindeki, günahkarlar ve doğru yolun yolcuları gibi. Kazananlar ve kaybedenler, kendi kutularına çok sağlam bir şekilde sıkışmış durumdalar ve kaybedenler kutusunda bir "zavallı ben" var. Gerçekten öyle hissettiriyor ve bu yüzden de çok berbat bir şey. Sadece iki kutu var ve dualizme göre ya birinin ya da diğerinin içindeyiz.

Kendimizi Katı ve Daimi Kategorilere Yerleştirmek

Kendimizi sağlam ve daimi bir kategoriye koyarız ve elbette daimi olması asla değişmeyeceği anlamına gelir – sonsuza dek böyle kalacak. Biz daimi "kaybeden" kategorisindeyiz ama diğer insanlar ise daimi "kazanan" kategorisindeler. Bu bizi sadece kinli yapmaz, aynı zamanda kendimizi mahkum hissederiz. Sanki cezalandırılmışız ve bu kesinlikle adil değilmiş gibi. Çoğu zaman algımız gerçeklikten o kadar uzaklaşır ki, bu kaybedenler kutusundaki tek kişinin kendimiz olduğunu düşünmeye başlarız, çünkü çok fazla sadece kendimize odaklı şekilde düşünürüz. Kendimize üzülüyoruz ve ve sanki “ben”i doğal olarak bir kaybeden yapan bir şeyler varmış ve sonsuza dek böyle kalacakmışız gibi bir his ile acı çekiyoruz.

Neden ve Sonuç Konusunda Naiflik

Kendimizin ve başkalarının nasıl var olduğunu anlamadığımız için ve aynı zamanda sebep ve sonuç konusunda naif olduğumuz için bu bize daha da karmaşık gelir. Bu genellikle kıskançlık ve hasetin arkasında yatan şeydir. İş yerinde terfi eden kişi bunu hak etmiyor, çünkü terfi etmek için yeterince çaba sarfetmedi ve onun bu terfiyi alması ama bizim almamamız için hiçbir neden yok. Sebep ve sonuç etkisini reddediyoruz. Hiçbir şey yapmadan bu terfiyi almamız gerektiğini ya da çok çalışsak da alamadığımızı hissediyoruz. Ödülümüzü alamadık ve bu adil değil. Harcadığımız küçük çabanın ötesinde, işin içine dahil olan pek çok başka gücü ve nedensel faktörü görmüyoruz.

Bazen, sosyalist devletlerde bu düşüncenin kültürel olarak pekiştirildiğini hissediyoruz. Sırf sosyalist bir ülkede doğduğunuz için, hiçbir şey yapmanıza gerek kalmadan belirli şeyleri devletten almayı hak ettiğinizi hissediyorsunuz. Bu, her şeyi hak etmemiz gerektiği hissine kapılmamıza yol açar. Neyi hak ettiğimize dair büyük resme bakarsanız, bunun oldukça ilginç olduğunu görürsünüz. Birisi bir şeyi hak mı ediyor, yoksa olaylar sebepsiz bir şekilde mi oluyor? İşler daha da derinleşiyor! Bunu, ebeveynlerinin onları hala sevip sevmeyeceklerini görmek için ne kadar kötü davranabileceklerini test eden ergenlerde sıklıkla görebiliriz.

İnançları Sorgulamak

Kazanan ve kaybeden kutuları hakkındaki projeksiyonlarımızı üç aşamada inceleyelim. Birincisi, dünyayı bölüyor muyuz ve dünyanın kazananlara ve kaybedenlere ayrıldığı doğru mu? İkincisi, evrenin adil ve adaletli olması gerektiğine inanıyor muyum? Son olarak, kendi açımdan, doğası gereği bir şeyi hak ettiğime, örneğin ne kadar bencil ve kötü biri olmamdan bağımsız olarak mutlaka sevilmem gerektiğine inanıyor muyum?

[düşünme seansı]

Evrenin neden adil olması gerektiğini ya da hiçbir neden olmaksızın ne sebeple bir şeyi hak ettiğimizi kendimize sorduğumuzda inançlarımızı sorgulamaya başlarız. İşler neden böyle yürüsün ki? Bu sorulara bir cevap bulmak çok zor ve çoğumuz çünkü öyle olması "gerekiyor" diye cevap vereceğiz. Bu da, "ben böyle olmasını istiyorum" olarak çevirilebilir.

Görünüş, öyle görünmesi gerektiğini düşündüğümüzde bile gerçeği yansıtamıyor. Örneğin, bir Noel Baba’nın var olması gerektiğini düşünsek bile, böyle birinin var olması ve düşündüğümüz şekilde bir görünüme sahip olması için hiçbir neden yok. Bu sadece bir fanteziden ibaret. Ama Noel Baba'nın boşluğuna baktığımızda, aslında orada neyin olduğunu anlamalıyız. Mesela, bir mağazada bir Noel Baba gördüğümüzde veya Noel Baba gibi giyinmiş biriyle karşılaştığımız zaman. Noel Baba diye bir şey yok ama Noel Baba gibi giyinmiş bir kişi orada duruyor. Sadece görünüş gerçeği yansıtmıyor. Boşluk her şeyi yadsımaz, sadece projeksiyonunu yaptığımız görünüme karşı inancımızı çürütür. Daha basit söylemek gerekirse, bir kişinin Noel Baba gibi görünüyor olması, onun Noel Baba olduğu anlamına gelmez. Bu onun Noel Baba olduğunu kanıtlamaz. Boşluk anlayışının inkar ettiği şey budur.

Meditasyon: Görünüş Gerçekliğe Tekabül Etmiyor

Kendimi bir kaybedenmişim gibi hissetmem, gerçekte bir kaybeden olduğumu kanıtlamaz. Beni bir kaybeden adlandırsan bile, bu benim öyle biri olduğum anlamına gelmez. Bir şeyi başaramazsam, sadece başaramamışımdır. O kadar. Ben çaba gösteren bir insanım ve bu yadsınamaz. Bir anlığına bunu üzerine düşünün.

[meditasyon]

Bir kişinin eve geç gelmesi veya sizi aramaması, sizi sevmediklerinin kanıtı değildir. Öyle hissedebilirsiniz, ama bu gerçekten "beni sevmediğini" kanıtlamaz. Bu anlamsız bir düşünce ve Almanca'da bunu ifade eden mükemmel bir kelime var: Quatsch. Bu kelime, zihnimizde bu tür gezilere çıktığımızda kendimize hatırlatmak için yararlı bir anahtar kelime olabilir. Bu kelimenin gerçekliğe kesinlikle atıfta bulunmaz.

Birisi geç kaldığında ya da gelmediğinde, terk edilmiş olduğumuza dair içimizde aşırı büyük bir korku oluşur. Ama bu çok gereksiz, çöp bir düşünce! Gerçek şu ki, sadece geç kaldılar ya da gelmediler. Hepsi bu. "Ah, zavallı ben, terk edildim, kimse beni sevmiyor. Yine aynı şey oldu, ben tam bir kaybedenim", Quatsch! diye düşünmek yerine olup bitenlerin nedenini bulmaya çalışabiliriz.

Sırf terk edilmiş gibi hissetmek ve her zaman kaybedenin biz olduğunu düşünmek, terk edildiğimizi ya da kaybeden olduğumuzu kanıtlamaz. Yalnızca bunun doğru olduğunu ve gerçekliği yansıttığını hissettiğimizi ve düşündüğümüzü gösterir ve bu yüzden acı çekeriz. Bunun doğru olduğuna inanmayı bırakırsak, çektiğimiz acı azalır ve bir süre sonra hiçbir şey kalmaz. Sonunda söz konusu kişinin sadece geç kaldığını veya başka birini bulduğunu ya da her neyse başka bir işinin çıktığını göreceğiz.

Ardından bununla başa çıkmayı öğreniriz. Her zaman geç kalan bir arkadaşımız varsa, ona bizimle daha erken buluşmasını söyleyebilir ya da belli bir saate kadar bekleyeceğimizi ama gelmezse işimize bakacağımızı söyleyerek bir sınır koyabiliriz. Her şey çok net ve bu şekilde hayatımıza devam ediyoruz. Çöp düşüncelere inanarak kendimizi perişan etmemize gerek yok.

Kontrolün Elimizde Olmasını İstemek

Çoğu zaman, bunların büyük bir kısmının arkasında yatan şey, kültürel olarak öne çıkarılmış bir yanlış düşünce – her zaman kontrolün elimizde olması isteğidir. Bu, özellikle de Almanlar arasında kendisini daha güçlü bir şekilde hissettiriyor. Her şeyin kontrol altında olması gerekiyor. Her şey yolundaysa ve her şey net ise, kendinizi güvende hissedebilirsiniz. Bu da absürt bir şey. Hiç kimse hayatın kontrolünü elinde tutamaz, çünkü hayat çok karmaşıktır ve olup biten çok fazla şey var ki bunlar da diğer her şeyi etkiliyor. Boş ve gerçekten uzak beklentilerin pek çok farklı düzeylerini tanımamız ve anlamamız gerekiyor.

Özet

Neredeyse hepimiz "ben" üzerinde çok fazla duruyoruz. Aslında, evrenin merkezi olduğumuza ve diğer her şeyin bizim etrafımızda şekillendiğine inanmak bize çok doğal geliyor. Bunun üstüne, güzel görünüşümüz, zekamız veya zenginliğimiz gibi şeyleri de ekliyor ve bunların bizim için en önemli şeyler olduğunu düşünüyoruz. Ve en büyük sorunumuz da aslında burada yatıyor – sağlam, güzel, zengin bir "ben".

Böyle düşündüğümüzde, arkadaşlarımıza karşı bir sahiplenme duygusu geliştiriyoruz ve başkalarıyla eğlendiklerini veya zaman geçirdiklerini görürsek onları kıskanıyoruz. Zaten kesinlikle yanlış olan bu inancı sorgular ve ona karşı çıkarsak, bakış açımızı kökünden değiştirebiliriz. Bu nedenle boşluğu anlamak, sadece kıskançlık için değil, diğer tüm rahatsız edici duygular için en güçlü, en etkili ilaç olarak görülmektedir.

Top